Avrupa’nın tatsız tuzsuz baharatsız mutfağı ortaçağın ortalarına kadar sürmüştür. Roma bu ürünü batıya aktardıkça batının yemekleri değişmeye başlamıştır. “Batı, baharat ve karabiberi Roma’dan miras almıştır. Yemek kitapları, her şeyin bu baharat çılgınlığının kapsamına girdiğini ve damak tadının değiştiğini göstermektedir. Bu damak tadına olan tutku batılıyı artık harekete geçirmiştir. Önlenemez bu tutku keşifler çağını başlatacak, keşifler Rönesans ve Reformları tetikleyecektir.” (Dünya Gıda, 2012)
Yemek kitapları da tarih kitapları gibi kazananlar tarafından yazılmıştır. Kuzey ve doğu Avrupa’dan gelen Germen kabileleri, dördüncü ve beşinci yüzyıllarda Roma İmparatorluğunu geçtiklerinde, mutfak sanatında devrim yaptılar ve Yunan-Roma’nın ekmek, şarap ve zeytinyağı üçlüsünde olmayan emperyal yağı, hayvansal yağla bastırdılar. Bunların yerine, et, bira ve hayvansal yağ geldi.
Rahibe, mistik, bilge ve şair Hildegard von Bingen (1098-1178), büyük oranda Kuzey Avrupalıların bakışını dile getirerek, zeytinyağının “Çok iyi bir ilaç ama, çok kötü bir gıda olduğunu, yemeklerin tadını bozduğunu” savunmuştur. 16. yüzyılda yaşamış İngiliz gezgin Thomas Platter, İngiltere ve Kuzey Avrupa’ya çok kötü zeytinyağlarının geldiğini, hatta İngiltere’de “Zeytinyağı gibi kahverengi” diye bir kavramın olduğunu aktarıyor.
15. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıla kadar Avrupa’da silahsız bir “Mutfaklar Savaşı” sürdü. Roma’nın yıkılmasından ve Germenlerin, tereyağ-domuz yağı ve kırmızı et dayatmasından sonra ikinci bir karşı karşıya geliş yaşandı, daha çok da Martin Luther Reformasyonu’nda. Kuzey Avrupa mutfağında zeytinyağı, -tarımı yapılmadığından- pek kullanılmıyordu. Bilineni de zeytinyağı bile denilemeyecek kalitedeydi. Ama Roma mutfağının etkisi de sürüyordu. Zeytinyağı ve hayvansal yağlar arasında bir iktidar savaşı, neredeyse hayatın her alanında yaşandı. Edebiyat, resim, tiyatro, karnaval ve oruç zamanı da buna dahil oldu ardından kaçınılmaz olarak kilise de müdahil oldu. Savaşı yine hayvansal yağlar (tereyağ/domuz), kırmızı et (inek/koyun/domuz) ve bira kazandı.
Ancak, Güney Avrupalılar ve Akdeniz ülkeleri, zeytinyağına sadık kaldı. Sebze, beyaz et (balık/tavuk) meyve ve şarap ağırlıklı Roma Mutfağı diğer daha belirgin tanımıyla Greko-Romen (Yunan-Romalı) mutfak, sonradan Akdeniz Mutfağı adıyla anıldı ve 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle 21. yüzyılda, Kuzey Avrupa’nın egemenliğini zorlayıp kendisine de bir yer açtı, daha da ileri giderek Asya, Kuzey Amerika, Latin Amerika ve Avustralya’ya kadar yayıldı. Zeytinyağının tadı ve lezzeti, mutfakların vazgeçilemezi haline geldi..
Öyle ki, Venedik’ten sonra batıya doğru Romalıların tabiriyle Barbarlar Ülkesi, Zeytinyağı ile Schmaltz (hayvansal/domuz yağı) arasındaki sınır adeta, Avusturya-Macaristan egemenliği sınırı. Bu yakıştırılan sınırın ötesindeki kiliselerin kuleleri soğan şeklinde, Venedik’den itibaren sivri kuleli kiliseler inşa edilmiş. Romalılar ve sonra İtalyanlar, domuz yağı-schmaltz yiyen kuzey ülkelerini oldum olası küçümsemişlerdir. Bir istisna ile, şimdi Hırvatistan’da yer alan, Romalılar döneminde ve şimdi de kaliteli zeytinyağlarıyla ünlüİstrien yarımadası. Beyaz et, sebze, ekmek, şarap ve sofrada, yemeklerde zeytinyağı; Romalı yemek kültürünün ana bileşenleridir.
Nasıl ki Reformasyon Kuzeylilerin önünü açıp, tereyağını kazandırdıysa, Rönesans da özellikle İtalya’da zeytinyağını başköşeye oturttu. Mutfaklarda, yemek kitaplarında ve zeytinyağı kullanım alanlarında, tüketiminde bir patlama yaşandı.