“Kiler-i Hümayum”

“Kiler-i Hümayum” Sarayın Zeytinyağı ile Sınavı

Osmanlı’nın özellikle sarayın bu durumdan çok fazla etkilendiği söylenemez. Etkilenme daha çok, 19. yüzyılda özellikle Tanzimat’tan sonra Fransızlardan ve kısmen İngilizlerden oluyor. O da Kuzey Fransa olsa gerek. İtalyanlardan, İspanyollardan ve Yunanlılardan pek etkilenmedikleri anlaşılıyor. Buna rağmen, Hristiyan ve Musevi tebaanın, Sefarad mutfağı, Rum mutfağı sürdürdüğü gibi; Marmara, adaları ile birlikte Ege, Kıbrıs, Girit ve Suriye (Lübnan, Ürdün, İsrail/Filistin) zeytinyağlı yemeğe devam ettiler, mutfaklarını geliştirdiler.

II. Mahmut döneminde (1808-1839), Osmanlı çok ciddi bir Mısır sorunu, daha çok da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile gerginlikler yaşadı. Osmanlıya Mısır’dan zeytinyağı, baharat, şeker ve pirinç geliyordu. Bu yiyecekler gelmediği gibi Suriye’de de Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa zeytinyağı dahil hiçbir şey göndermemeye başladı. Bu durum, hem sarayın hem de İstanbul’un ihtiyaçlarının karşılanamaması anlamına geliyordu ve çeşitli fermanlar çıkarılarak düzenlemelere ve denetlemelere gidildi.

Prof. Dr. Robert Mantran, “Bir mide kent olan İstanbul’un iaşesi devleti ilgilendiren temel bir sorundu” diyor. İstanbul ve çevresinin, 19. yüzyılın ilk yarısında kentin 700 binlere ulaşan nüfusunun yiyecek ve içeceğini karşılanması mümkün değildi. Artan ihtiyaç, imparatorluğun farklı sancak ve vilayetlerinden sağlanıyordu.

Osmanlı döneminde İstanbul’un Müslüman ve gayrimüslim nüfusu, savaşlar ve padişahların kimi farklı tutumları nedeniyle geleneksel nüfus artışına bağlı olmayan değişimler göstermiştir. Bir yandan gayrimüslimlerin yaşadıkları semtler değiştirilmiş  bir yandan da yeni gayrimüslimler bizzat padişahlar tarafından getirilip yerleştirilmiştir. 1461’de Fatih, Trabzon’dan Rumları getirterek Galata’ya, 1475’de Gedik Ahmet Paşa, Kırım Kefe’den 40.000 Ermeniyi Unkapanı ve Balat arasındaki bölgeye ve kendi adını alan Gedikpaşa’ya iskan ettirmiştir. 1490’da Yavuz, Çaldıran seferinden dönerken getirdiği 40.000 Ermeniyi Samatya’ya yerleştirmiştir. 1520’de Kanuni de seferden dönerken Belgrat halkından bir kısmını alıp, bugün Belgrat Ormanı olarak anılan bölgeye yerleştirmiştir. 1492’de İspanyol engizisyonundan kaçan çok sayıda Arap ve Yahudi göçmenin Galata’ya yerleştiği bilinmektedir.

Ayrıca, “17. yüzyılda Anadolu’dan birçok gayrimüslim İstanbul’a göç etmiş ve Galata’ya yerleşmiştir.” (Toprak, Zafer 1994 ) Daha önceki yüzyıllarda İstanbul’da yaklaşık %30 oranında Rum, Ermeni ve Yahudi bir nüfus yaşıyordu. Böylece Bizans’tan kalan yerli halkın yanısıra Osmanlı devrinde birçok gayrimüslimin de İstanbul’a göç edip kentin kozmopolit yapısını daha da periştirdiği görülmüştür.  Bu gayrimüslimlerin Müslümanlardan farklı yemek kültürleri vardı ve çoğunlukla zeytinyağı da kullanıyorlardı.

Osmanlı’da zeytinyağının bir gıda ve damak tadı olarak tüketilmesini izlemek için daha çok 19. yüzyılın ilk yarısını beklemek gerekecek. 1839 Tanzimat Fermanı, hemen hemen her alanda getirdiği düzenlemelerle Osmanlı’da reform anlamı taşıyordu. Zeytinyağı da artık yavaş yavaş “Kiler-i Hümayum” a girmeye başladı.

Sarayda kuzu eti sadece kuzu mevsiminde tüketiliyor, tavuk ve kanatlılar en düzenli  tüketilenler arasında bulunuyordu. Sığır eti daha çok pastırma ve sucuk olarak, dana eti hemen hemen hiç yenmiyordu. Sadece yabancı misafirler için; sığır, dana eti ve balık başta olmak üzere midye, istiridye, ıstakoz gibi deniz ürünleri saray mutfağında hazırlanıyordu. Mesela; “1450–1650 yılları arası saray mutfak muhasebe kayıtlarını inceleyerek önemli bir çalışma yapmış olan Arif Bilgin’in bulgularına göre balık Osmanlı sarayına düzenli ve çok olarak alınan gıda maddeleri arasında hiçbir zaman yer almamış.” (Samancı Özge, 2008)

1870’lerden itibaren, II. Abdülhamit döneminde daha çok balık ve balık çeşidi saray mutfağına girmeye başlıyor.

Osmanlı saraylarında Matbah-ı Hümayun ve Matbah-ı Amire olmak üzere iki ana mutfak vardı. Yalnız padişahın şahsına ait yemekler kuşhane-yi hümayun’da hazırlanırdı. Osmanlı sarayında mutfak oldukça geniş ve karmaşık bir kurumdu. Burada günlük yemekleri hazırlayanlar ayrı ayrıydı. İlk sırada padişah için pişen yemeklerle ilgilenen “kuşçubaşılar,” sonra Valide Sultan, şehzadeler ve harem halkına yemek pişiren “has mutfak” aşçıları gelirdi. Üçüncü kısım ise enderun ile birun halkının ve herhangi bir nedenden dolayı sarayda yemek yiyenlerin yemeklerini hazırlayan “Matbah- Amire” idi. Bunlardan başka sayıları 300’e varan aşçılar da vardı; sanatlarına göre tatlıcı, balıkçı, hamurcu gibi isimlerle anılırdı. (Gürsoy, D 1995)

Osmanlı saray mutfağı hizmet ettikleri kişi ve kurumlara göre farklı ocaklar olarak adlandırılıyordu. Şehzadeler mutfağı, Silahşoran ocağı, Dağıstan ocağı ve Harem  de dahil pek çok saray kurum ve hizmetkarlarının mutfakları da ayrıydı. Yıldız Sarayı’nda bir dönem 12 bin kişi yaşıyordu 1882’de mutfaklara bağlı çalışanların sayısı 907 kişi idi. Bunların içinde gıda malzemelerinin tedarikini ve dağıtımını sağlamakla görevli olanlar, aşçılar ve tablakârlar (günümüz garsonları) bulunmaktaydı.

Günümüz mutfağında zeytinyağlılar adını verdiğimiz zeytinyağı ile pişirilen ve soğuk yenen sebze yemek tariflerine ilk olarak 19. yüzyılın daha çok ikinci yarısında  yayınlanmaya başlanmış olan yemek kitaplarında rastlanmaktadır. Bu yemekler ayrı bir başlık adı altında değil sebze yemekleri ile anılmaktaydı. Zeytinyağlı dolmalar bu gruba girmekte, patlıcan, kabak veya havuç bol zeytinyağında veya sadeyağda kızartılarak yoğurt ile veya sirkeli, sarımsaklı, ballı bir sos ile sunulurdu. (Samancı, Özge 2008)

Sultan Abdülaziz, yemeğe meraklı değişik lezzetler arayan bir padişah olduğundan, kadın aşçılardan özel yemekler beklermiş. Yemek pişirme konusunda tanınan Arap cariyelerden buldurarak saraya getirtirmiş. Bu aşçı kadınlar emin dolması denilen sadeyağlı et dolması, zeytinyağlı patlıcan ve biber dolmaları, çeşitli sebze yemeklerini çok güzel pişirirlermiş. Bu Arap kökenli kadınlardan biri tarafından hazırlanan bir yemek, Padişahın çok hoşuna gittiği için adının “Hünkârbeğendi” olarak kaldığı iddia edilir.

Padişah Abdülhamit’in kızı yemek seremonisini şöyle anlatıyor: “Çatal, bıçak takımları altındı. Öğle yemekleri saray usulü saat on bir de, akşam yemekleri de saat beşte yenirdi. Yemekleri bu saatlerde yemek öteden beri sarayın âdetidir. Kilercibaşı önde, 2., 3., 4., kilerciler arkada olmak üzere sepetli çantalar içine koydukları sofra takımlarını alırlar ve sırma cepkenli, büyük şalvarlı Tablakarbaşı da başına büyük bir tabla koymuş olduğu halde hep beraber Kiler-i Hümayun’dan çıkıp yemek odasının yanındaki taşlığa gelirlerdi. Burada tablayı açılır kapanır bir masanın üstüne koyup sofrayı hazır ederlerdi. İki muhasip nöbetçi kapıda beklerdi. Kilercibaşı da yemek müddetince nöbet odasında beklerdi. …Koyun külbastı veya kotlet pane, balıklardan mezgit veya gelincik balığı, bazen börek, tatlılardan kaymaklı kadayıf, sütlaç veya muhallebi, alafranga tatlılardan şarlot. Akşam yemekleri daima hafifti. Et suyu, bazı çorbalar ve yemişlerden ibaretti. Yemişler arasında çilek, kavun, karpuz ve şeftaliyi tercih ederdi. Yemekten sonra yine kilerciler gelip sofrayı toplarlardı.” (Osmanoğlu, A 1994)

“Osmanlılar zeytin ağaçları ile dolu topraklar üzerinde yaşamalarına karşın, yüzyıllar boyunca kuyrukyağı ve çoğunlukla Kefe’den gelen tereyağı (bu aslında sadeyağdır ve genellikle tereyağı ile karıştırılır) ile beslendiler. Zeytinyağının beslenme amaçlı kullanımı uzun süre Ege ve Akdeniz kıyı şeridindeki çoğunluğu Rum olan yerleşik nüfusa has kalmıştır.”  (Doğan, Faruk  2008) Söz Kefe’ye gelmişken kısaca bu limandan söz etmekte fayda var. Karadeniz’e hakim Kırım’da bir liman şehri olan Kefe, ‘erzak ambarı’ olarak 16. – 18. yüzyıllar arası Osmanlı sancağıydı ve İstanbul başta bütün Karadeniz’e tahıl, meyve, sebze ve her tür canlı hayvan ve süt ürünleri gönderiliyordu. Tatar, Nogay ve Çerkesler tarafından Kefe’ye ulaştırılan bu hayvansal ürünlerin içinde en önemlilerinden biri de üzerinde Osmanlı tekeli bulunan ve sadece İstanbul’a saraya sevki gereken ‘rugan-ı sade’ (sadeyağ) de vardı. Nasıl ki Messina Roma’nın ambarı ise Kefe de geçmişte Bizans’ın ambarı işlevi görmüştü. Daha sonra da Osmanlıların. (Köse Ensar, 2015), (Öztürk, Yücel 2000, 2013), (Chardin, Jean 2014)

Kaynak: Türk Mutfağı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2008

Osmanlı’da yemek kültürünü tanıyabilmek için bir oranda da olsa yardımcı olabilecek iki farklı yüzyıla ait yemek kitaplarını örnek alırsak; Ağdiye Risalesi, 1715 tarihli ve ilk yemek kitabı olarak kabul ediliyor. Zeytinyağı sadece bir hamur tatlısının yoğrulması sırasında, hamurun yapışmasını önlemek için ele sürmek suretiyle kullanılmış. Ali Eşref Dede’nin 1850’lerde kaleme aldığı Yemek Risalesi kitabında şöyle bir tarif var: “Badılcanlı pilav”a gelince, …sonra suyun süzüp kızartılmış yağlı soğanla badılcanları da bir miktar kızartup tencereye kadar-ı kafi su koyup piriçle beraber cümlesin tencereye ve bir iki kaşık zeyt yağı izafe (ilave) itidal ateşte tabh olur…”

Ayrıca “Aşçıbaşı” adlı kitabında Mahmut Nedim Bin Tosun’un 1889 yılına ait sekiz zeytinyağlı yemek tarifi var. Ayşe Fahriye hanımın 1882 tarihli “Ev Kadını” adlı kitabında da çok miktarda zeytinyağlı yemek tarifi bulunuyor.

Türkler, Anadolu’ya göç ettikten sonra oradaki yemek kültüründen etkilenmişlerdir. Örneğin, “Tavukgöğsü” ve “Kazandibi” gibi tatlılar Romalılardan kalmadır. Balık, zeytin, zeytinyağlı yemeklerin pek çoğu Bizanslılardan ve Rumlardan gelmiştir (www.kultur.gov.tr, Erişim 2008). Sadeyağlı yemeklerin de Ermeni ağırlıklı olduğu genel kabul gören bir yaklaşımdır. Böylece, Anadolu coğrafyasındaki Kürtler ve Araplar da dahil edildiğinde çok zengin bir mutfaktan söz edilebilir. Hiç kuşkusuz, bu zengin mutfakta Kafkas ve Balkan etkisini de göz ardı etmemek gerekir.

Türkiye’de; Marmara, Ege, Akdeniz şeridinin dışında zeytinyağlı sebze ağırlıklı yemekler bir damak, lezzet ve beslenme alışkanlığı oluşturmamışlardır. Bu durum yüzyıllardır önemli bir değişikliğe uğramamıştır. Osmanlı mutfağında zeytinyağının  devletin 600 yıllık tarihinin son 50 yılında kısmen de olsa yer aldığı söylenebilir. Yerli halkın da bölgelere göre değişen farklı mutfak kültürleri vardı. Mesela, İzmir ve İstanbul’da yaşayan Rumlarla Kayseri’de yaşayan Rumların mutfak kültürü tam örtüşmezdi. Kayserili Rumların, İzmirli ve İstanbullular için “Onlar yemek yemiyor, otluyorlar” diye alay ettikleri söylenir.

Mübadele ile Türkiye’den Yunanistan’a gönderilen Rumlar (sayıları 1 milyon 200 bin olarak biliniyor, Türkiye’ye gelen müslüman ve Türklerin sayısı ise 400 bin civarındadır), Yunanlıların fazla yemek çeşidi tanımadıklarından ve yemeklerin tatsız olduğundan yakınmışlardır. Anadolulu Rumların Yunan mutfağını zenginleştirdiklerini söylersek pek de yanlış olmaz. Anadolu mutfağındaki sebze, zeytinyağı ve zeytinyağlı yemekleri, mübadele ile Girit’ten, Midilli’den, adalardan ve ana kara Yunanistan’dan gelenler korumuş ve geliştirmiş. Özellikle adalı mübadiller, Zeytinyağı Kültürü’nün en önemli taşıyıcıları ve günümüze kadar geliştiricileri oldular. Bu insanlar, batı ülkelerinde Akdeniz Mutfağı olarak bilinen, bazı kaynaklarda hatta Girit Mutfağı olarak geçen mutfağın önemli parçasını oluşturdular. İstanbul’daki Nielsen Araştırma Hizmetleri adlı araştırma kuruluşunun yaptığı bir pazar araştırmasına göre, Türkiye’deki perakende noktalarının, yani bakkal ve süpermarketlerin  %97’sinde ayçiçeği yağı, %34’ünde mısırözü yağı, %29’unda ise zeytinyağı vardı. Ayrıca araştırmada, Marmara bölgesindeki her 100 bakkalın 41’inde, İç Anadolu ve Akdeniz bölgesinde 15’inde, Karadeniz ve Doğu Anadolu’da ise 3’ünde zeytinyağı bulunuyordu. (Aktaran: Artun Ünsal, 2000)  Tüketicinin mutfağında kendi ürününü veya kayıtdışı ürünleri kullandığını da hesaba katmak gerekir ama bu yine belirli bölgeler için geçerlidir. Bu araştırma 1996 yılında yapılmış yani yirmi yılı aşkın bir süre önce. O tarihten 2020 yılına kadar Türkiye, yıllık ortalama kişi başına zeytinyağı tüketimini 1,5 litreden 2 litreye çıkaramamıştır. Önümüzdeki yıllarda, bu ortalamayı artırabilecek bölgeler yine Marmara, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu ile sınırlı kalacak gibi gözüküyor.

“İyi bir salata yapmak için dört karaktere ihtiyacınız vardır:
 zeytinyağı için bir müsrife,
  sirke için bir cimriye, tuz için bir bilgeye, biber için bir aptala.”

François Coppée

Güney-Kuzey Savaşı

Avrupa’nın tatsız tuzsuz baharatsız mutfağı ortaçağın ortalarına kadar sürmüştür. Roma bu ürünü batıya aktardıkça batının yemekleri değişmeye başlamıştır. “Batı, baharat ve karabiberi Roma’dan miras almıştır. Yemek kitapları, her şeyin bu baharat çılgınlığının kapsamına girdiğini ve damak tadının değiştiğini göstermektedir. Bu damak tadına olan tutku batılıyı artık harekete geçirmiştir. Önlenemez bu tutku keşifler çağını başlatacak, keşifler Rönesans ve Reformları tetikleyecektir.” (Dünya Gıda, 2012)

Yemek kitapları da tarih kitapları gibi kazananlar tarafından yazılmıştır. Kuzey ve doğu Avrupa’dan gelen Germen kabileleri, dördüncü ve beşinci yüzyıllarda Roma İmparatorluğunu geçtiklerinde, mutfak sanatında devrim yaptılar ve Yunan-Roma’nın ekmek, şarap ve zeytinyağı üçlüsünde olmayan emperyal yağı, hayvansal yağla bastırdılar. Bunların yerine, et, bira ve hayvansal yağ geldi.

Rahibe, mistik, bilge ve şair Hildegard von Bingen (1098-1178), büyük oranda Kuzey Avrupalıların bakışını dile getirerek, zeytinyağının “Çok iyi bir ilaç ama, çok kötü bir gıda olduğunu, yemeklerin tadını bozduğunu” savunmuştur. 16. yüzyılda yaşamış İngiliz gezgin Thomas Platter, İngiltere ve Kuzey Avrupa’ya çok kötü zeytinyağlarının geldiğini, hatta İngiltere’de “Zeytinyağı gibi kahverengi” diye bir kavramın olduğunu aktarıyor.

15. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıla kadar Avrupa’da silahsız bir “Mutfaklar Savaşı” sürdü. Roma’nın yıkılmasından ve Germenlerin, tereyağ-domuz yağı ve kırmızı et dayatmasından sonra ikinci bir karşı karşıya geliş yaşandı, daha çok da Martin Luther Reformasyonu’nda. Kuzey Avrupa mutfağında zeytinyağı, -tarımı yapılmadığından- pek kullanılmıyordu. Bilineni de zeytinyağı bile denilemeyecek  kalitedeydi. Ama Roma mutfağının etkisi de sürüyordu. Zeytinyağı ve hayvansal yağlar arasında bir iktidar savaşı, neredeyse hayatın her alanında yaşandı. Edebiyat, resim, tiyatro, karnaval ve oruç zamanı da buna dahil oldu ardından kaçınılmaz olarak kilise de müdahil oldu. Savaşı yine hayvansal yağlar (tereyağ/domuz), kırmızı et (inek/koyun/domuz) ve bira kazandı.

Ancak, Güney Avrupalılar ve Akdeniz ülkeleri, zeytinyağına sadık kaldı. Sebze, beyaz et (balık/tavuk) meyve ve şarap ağırlıklı Roma Mutfağı diğer daha belirgin tanımıyla Greko-Romen (Yunan-Romalı) mutfak, sonradan Akdeniz Mutfağı adıyla anıldı ve 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle 21. yüzyılda, Kuzey Avrupa’nın egemenliğini zorlayıp kendisine de bir yer açtı, daha da ileri giderek Asya, Kuzey Amerika, Latin Amerika ve Avustralya’ya kadar yayıldı. Zeytinyağının tadı ve lezzeti, mutfakların vazgeçilemezi haline geldi..

Öyle ki, Venedik’ten sonra batıya doğru Romalıların tabiriyle Barbarlar Ülkesi, Zeytinyağı ile Schmaltz (hayvansal/domuz yağı) arasındaki sınır adeta, Avusturya-Macaristan egemenliği sınırı. Bu yakıştırılan sınırın ötesindeki kiliselerin kuleleri soğan şeklinde, Venedik’den itibaren sivri kuleli kiliseler inşa edilmiş. Romalılar ve sonra İtalyanlar, domuz yağı-schmaltz yiyen kuzey ülkelerini oldum olası küçümsemişlerdir. Bir istisna ile, şimdi Hırvatistan’da yer alan, Romalılar döneminde ve şimdi de kaliteli zeytinyağlarıyla ünlüİstrien yarımadası. Beyaz et, sebze, ekmek, şarap ve sofrada, yemeklerde zeytinyağı; Romalı  yemek kültürünün ana bileşenleridir.

Nasıl ki Reformasyon Kuzeylilerin önünü açıp, tereyağını kazandırdıysa, Rönesans da özellikle İtalya’da zeytinyağını başköşeye oturttu. Mutfaklarda, yemek kitaplarında ve zeytinyağı kullanım alanlarında,  tüketiminde bir patlama yaşandı.

Akdeniz Mutfağı

“Zeytinyağı, lezzet ile sağlığın seviyeli birlikteliğidir.”
Osman Müftüoğlu

“İnsan” dediğimiz yaratığın, daha bu adı taşıyacak gelişme düzeyine erişmeden önce, yani varoldu olalı, yaşamak için yapmak zorunda olduğu birkaç temel etkinlikten biri, yemek yemektir. Murat Belge yemek faaliyetini böyle tanımlıyor.

Ateş insanlık tarihinde dönüm noktasıdır. İnsanlar ondan ısınma, aydınlanma ve sonra da pişirme alanında bir milyon yıldır yararlanıyor. Ve ateş, yemeyi sadece karın doyurma faaliyetinin dışına taşıdı ancak bu binlerce yıl aldı…

İnsanların ne yedikleri, coğrafya ve iklimin yanı sıra kültür ve inançlarıyla da doğrudan ilgilidir. Mutfak, bir yörenin, ülkenin ve genel hatlarıyla kültürün en belirgin unsurudur. 

Antik Yunan’da, tanrıça Demeter’in tahılı, tanrı Dionisos’un şarabı ve tanrıça Athena’nın zeytini; Roma İmparatorluğu’nun, -Doğu Romayı’da katarsak- 1500 yıla ulaşan egemenliği dahil, Akdeniz insanının ve Akdeniz kültürleriyle tanışan her kıtadan insanın vazgeçilmez beslenme ve lezzet üçlüsü olmuştur.

Baharat binlerce yıldır kullanılıyor. Bahar, Hintçe ve Arapça kökenli bir sözcük ve koku anlamına geliyor, Türkçe’ye çoğulu, baharat olarak yerleşmiş. Aroma ise Yunanca’da koku demek. İlk kullananlar uzak doğulular sonra da bölge olarak Akdeniz’dir. Baharat, varlıklılar için büyük önem taşıyordu. O dönemde baharat bir statü göstergesiydi ve ilaç yapımında, eti saklamada, macun yapımında ve yemekleri tatlandırmada kullanılırdı. Bu yolda ayrıca koku ürünleri de taşınırdı.

İktidarların baharata ya da baharat yollarına sahip olma arzusu, 16. yüzyıla kadar pek çok savaşın temel nedenleri arasında yer aldı. Baharatın karşı konulmaz cazibesi yüzünden tarihte sadece “İpek Yolu” değil “Baharat Yolu” diye de bir ticari yol vardır ve bu daha çok deniz yoludur.

Prof. Dr. Mustafa Tayar, baharatı kısaca şöyle tanımlıyor: “Çeşitli bitkilerin tohum, çekirdek, meyve, çiçek, kabuk, kök, yaprak gibi kısımlarının bütün halde ve/veya parçalanması, kurutulması, öğütülmesi ile elde edilen; gıdalara renk, tat, koku ve lezzet verici olarak katılan doğal bileşikler veya bunların karışımıdır.” (Tayar, Mustafa 2012)

Tahılın ehlileştirilmesi ise Suriye’de 11 bin yıl önce oluyor. İlk arpa ve buğday ehlileştiriliyor. Ve Romalıların övündükleri üç şeyden biri ekmeğe ulaşılıyor. “Roma İmparatorluğu doğuya doğru genişlerken doğunun acılı, yakıcı, sarhoş edici ya da uyuşturucu maddelerini tanımış ve baharatın tadına varmıştı. Damak tadını keşfeden Romalılar bu tattan vazgeçemez olmuşlardı.”  (Tayar, Mustafa 2012)

Zeytinyağına gelince, Cato “Tarım Üzerine” adlı eserinde zeytin yetiştiriciliği ile ilgili bilgiler vermekle kalmamış antik dönemde tüketilen zeytin mezesi tarifini de aktarmıştır. Bu tarifte zeytin, zeytinyağı ve baharatın sade hoş bir birlikteliğini veriyor. “Yeşil, siyah ya da karışık zeytin mezesi nasıl yapılır. Yeşil, siyah ya da karışık zeytinlerin çekirdeklerini çıkarın, sonra da aşağıdaki gibi hazırlayın: zeytinleri doğrayıp, yağ, sirke, kişniş, kimyon, rezene, sedef otu, nane ekleyin kavanoza koyun: yağ hepsini kaplamalı. Kullanıma hazırdır ” (Dalby & Grainger, 2001 :30).(Aktaran: Kaplan, Arıhan Sarıöz ZAY 2018 )

Galenos’a göre ise zeytinin çeşitli şekillerde hazırlanma biçimleri vardır, ancak mideyi güçlendiren ve iştah açan özelliğine uygun olan çeşidi sirke içinde saklanan zeytindir. (Grant, 2000) (Aktaran: Kaplan, Sarıöz Arıhan)

Cinsellik-Afrodizyak

“Seni sıcak zeytinyağı gibi seviyorum.”
Çivi yazılı tabletten, 4000 yıl önce Mezopotamya

Antik Yunan’da sadece kadınlar değil, yarışmalara katılan erkekler ve savaşçı erkekler de zeytinyağı sürüyorlardı. Öyle ki Hera’nın, Zeus’u baştan çıkarmak için mis kokulu zeytinyağı ile vücudunu ovduğu ve kadife gibi olmasını sağladığı belirtiliyor. Kadınların yürüdükçe etrafa hoş kokular yaydıkları söyleniyor. İlk defa o dönemde kadınların, güzel kokan bitkileri ezerek zeytinyağı ile güzellik kremleri yaptığı biliniyor. Kadınlar, nadide etera parfüm şişelerinden damla damla akıtarak yılda 1,5 litre zeytinyağını yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlardı. Erkekler ise, spor, masaj ve cilt bakımı için yılda 5-10 litre zeytinyağı tüketiyorlardı. Gılgamış Destanı’nda da  yıl MÖ 3000’ler, kadınların hoş kokulu yağlar sürdüğü anlatılır. Asurlu tüccarların, sürünmek için zeytinyağı sipariş ettikleri biliniyor yıl MÖ 1950-1750.

California Üniversitesi’nden Prof. Tom Scanlon diyor ki: “Parlak, bronzlaşmış, sağlıklı bir vücut üzerindeki zeytinyağı, kelimenin tam anlamıyla “gösterişli” bir süstü. Yağ, vücudun erotik gücünü arttırdı ve ilk olarak Sparta’da, sonra da Yunan dünyasında aynı cinsiyetten erkek arzularını-oğlancılığı (pederasty / Päderastien-Knabenliebe) teşvik etti. “

Atina Üniversitesi’nde 2018 yılında yapılan bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. İngiliz Daily Telegraph gazetesinin haberine göre 600 erkeğin katıldığı araştırma, günde en az 9 çorba kaşığı zeytinyağı tüketenlerde iktidarsızlık riskinin diğerlerine göre daha az olduğunu gösteriyor.

Bu kişilerde testosteron seviyeleri de, az zeytin tüketenlere göre yüzde 40 daha fazla.

Dr Christina Chrysohoou, uzun vadede bir erkeğin cinsel gücünü artırmak için “Viagra’ya değil zeytinyağına” başvurmasını öneriyor.

Chrysohoou, “Bu, cinsel fonksiyon sorunları için ilaçsız bir çözüm. Viagra ise uzun vadeli bir çözüm değil; sadece cinsel kapasitede kısa süreli bir etki yaratıyor” diyor.

1990’larda Viagra’yı bulan ekipte yer almış Prof. Mike Wyllie, genel olarak cinsel sorunların ilaçla çözümü eğiliminin yaygın olduğunu oysa sertleşme bozukluklarının yaklaşık yüzde 80’inin kalp damar sağlığıyla ilintili olduğunu vurguluyor. Bu kişilerde testosteron seviyeleri de, az zeytinyağı tüketenlere göre yüzde 40 daha fazla olduğu belirtiliyor.

Ayrıca, İngiliz Kalp Vakfı’da araştırma sonuçlarını desteklediğini açıklamış.

Girit ve Seks

Afrodizyak-Aphrodisiakum, libidoyu canlandırmak veya arttırmak için aktif bir bileşen. Cinsel arzuları tahrik edici ve uyarıcı etkisi var. Kısaca, bazı ot ve bitkisel  hatta hayvansal maddeler de dahil, elde edilen alaşımlarla cinsel gücü artırma. İsteği ve uğraşı neredeyse insanlık tarihi kadar eski.

Afroditin adından gelen kavram, cinsel haz ve gücü artırıcı maddelere verilen genel bir ad. İstiridye (Kazanova, cinsel gücünü günde çok miktarda istiridye yemeye borçlu olduğunu söylermiş),  bazı hayvanların boynuzları, tütsü-koku, kocakarı ilaçlarına ve macunlara varana kadar pek çok madde ve büyü gibi madde üstü de kullanılmıştır. Cinsel hayat, bütün canlılar için yeme içme kadar büyük önem taşıyor ancak, üreme işlevi ötesinde de cinsel haz ilk insanlardan bu yana vazgeçilmezliğini koruyor.

Türkçe dilinde, İsmet Zeki Eyüboğlu’nun çalışması “Cinsel Büyüler ve Anadolu Kuvvet Macunları” ve 18. yüzyılda “Tuhfe-i Müteehhilin” (Evlilere Armağan) kitabı bu yönde etraflı bilgi kaynakları arasındadır.

Bitkisel, hayvansal ve kimyasal kaynaklardan pek çok etkisi olan ve olmayan daha çok ticari, modern tıbbın da dahil olduğu yan etkileri de olan madde var piyasada. Zeytinyağı Afrodizyak alanında da en çok kullanılanlardan. Bir Girit/Kritsa atasözü-deyimi aynen şöyle:

“Zeytinyağıyla yatakta yağ gibi çalışırsın, tereyağıyla sadece iyi uyursun!”

Kleopatra  

Kleopatra MÖ 69-30, Sezar sonra da Markus Antonius’un ilgisini sürekli kılabilmek için eşek sütü banyosunun vücudunda bıraktığı hoş olmayan kokuyu yok etmek istiyordu.

Pürüzsüz, kadife gibi yumuşak bir cilde sahip olan Mısır Kraliçesi (Kleopatra) banyodan çıktı – ve gül kokulu zeytinyağı ile baştan ayağa kendini tekrar ovuşturdu. Parfüm bulutları da ayrıca Romalı Devlet adamlarının isteğini  uyandırdı! Aslında, yapısı ve etkisi ile zeytinyağı, cildin suya karşı bloke ve olumsuz dış etkilere karşı koruyan doğal nemlenmesini sağlar.  Cilt üzerinde koruyucu bir film oluşturur ve suyun kaymasını sağlayan çok küçük moleküllerden oluşur. Bunun için birkaç damla yeterlidir. Günümüz kozmetik endüstrisi, zeytinyağının bu etkisini kremlerle tende uygulanabilmesini sağlıyor.

Perpetua

Dinsel kitaplarda anlatıldığına göre; Mısırlı Aziz Makarios 4. yüzyılın ünlü bir sofusu idi. Büyüyle kısrak haline dönüştürüldüğü iddia edilen bir bakire kadını, vücudunun her yerini yağla ovarak, iyileştirmiş – koyu bir sofu için bile herhangi bir arzu duymadan yapılması zor, hassas bir görev. (Müller, Tom 2012)

Hristiyan dini tarihinde bir figür olan ve yargılanmakta olan Perpetua hapishanede bir gece rüya görür, “…  kademelerde büyük bir kalabalığın izlediği amfitiyatrodaydı. “Sonra yardımcıları ile çirkin bir Mısırlı (Aziz Makarios) benimle savaşmak için bana doğru geldi. Yakışıklı gençler de benim yanıma geldi ve benim de yardımcılarım ve taraftarlarım oldu. Beni soydular, bir erkek gibiydim. Arkadaşlarım, savaş oyunlarında olduğu gibi benim bakımımı yapıp, yağla ovdular. ” diyor. (Müller, Tom 2012)

Caterina Sforza

Rönesansta zeytinyağının yeni kullanım alanları ve kimyasal özellikleri geliştirildi. Cadıların yaptığı gizli merhem ve tentürler çoğunlukla zeytinyağından yapılıyordu. Rönesansın bilimadamı öncüllerinin farmakolojik ve simyasal yaratıcılığı geniş alanlar açtı. Parlak zekası ve güzelliğiyle ünlü ve soylu Caterina Sforza,  500’ün üzerinde ilaç, simya ve kozmetik (koku, krem) tariflerinden oluşan „Eksperiment“ (Gli Esperimenti) adını verdiği bir kitap bıraktı. Savaşlar, tutsaklıklar içinde geçen maceralı bir özel hayatı, üç evliliği ve 8 çocuğu oldu. Ve son yıllarda Caterina Sforza’nın “Mona Lisa” olduğu iddia ediliyor.

“Tariflerinin birçoğunun kökeni büyülü ritüellerde vardı. Ayrıca, antik Yunanlıların coşkuyla uyguladığı cinsel uyarılma için gurur duydukları, zeytinyağının yetişkin afrodizyakları ve erotik yardımcılığı  geleneğini sürdürdü.” (Müller, Tom 2012)

Sisi Avusturya Kraliçesi Sisi (Elisabeth 1837-1898), döneminin en güzel kadını olarak biliniyordu, özellikle Macaristan, Avusturya, İsviçre ve Almanya saraylarında zengin, aristokrat erkeklerin gönlünü fethetmişti. Çok özgür bir hayat sürdü, en çok dikkat ettiği cild güzelliğiydi. Uzun süre, 2. yüzyılda Galenos tarafından geliştirilmiş olan “Coldcream” kullanmıştı. Bu günümüzdeki nemlendirici kremlere tekabül ediyordu ve içeriğinde; su, balmumu ve zeytinyağı vardı. Nemlendirici ve E Vitamini bir bileşen ‘Anti-Aging’ fonksiyonu görüyordu. Kraliçe ayrıca, serin yüz maskesi ve sıcak olarak da ‘Zeytinyağı Banyosu’ yapıyordu.

Kozmetik

Akdeniz’in iki büyük adası Girit ve Kıbrıs, sanki aralarında anlaşmışcasına birbirleriyle çok ilintili bir alanda, Kozmetik-Parfüm ve Cinsellik konusunda adeta uzmanlaşmışlardır.

MÖ 3500’de Mısır’daki Abytos’un mezarında kupalarda kokulu yağlar ve merhemler vardı. Gılgamış Destanı’nda zeytinyağı ve parfüm, medeniyet metaforu olarak görüldü. MÖ 3000’lerde parfüm kullanılıyordu. Kazılarda Alabaster (Kaymak Taşı)’den yapılma parfüm tüpleri bulunuyordu. Yunanistan’da kazılar ve duvar resimlerinde bulunan, sporcuların da kullandığı “aryballos” olarak bilinen dar boyunlu şişeler vardı.

Parfüm; kutsal-dinsel kullanım alanının dışına da çıkmaya başladı. Zeytinyağından farklı otlar ve bitkilerle birlikte yapılan parfüm, masaj ve güzellik için yararlanıldı. Ayrıca, Afrodizyak (hem kadınlar hem de erkekler için, daha iyi ve uzun süreli sex için bir alaşım) geliştirildi. Bu günümüzde de çok daha iyi geliştirilmiş olarak geniş bir pazara sahip.

Mitolojiye göre, aşk ve şehvetli arzular tanrısı (Aphrodite) Afrodit’in Kıbrıs’ta denizden çıktığı ve parfümü bulduğuna inanılır. Doğru olsa gerek zira, Kıbrıs adası parfüm imalatının bir kaç bin yıllık merkezidir.

MÖ 1850’de zeytinyağından parfüm geliştirip, bütün Akdeniz’e ihraç ediyorlardı.  2008’de Kıbrıs’ın güneybatısında bir depremden sonra -adeta Pompei gibi- zamanın durduğu bir kent bulunuyor. İtalyan arkeologlar, Pyrgos sahilinde 4000 yıl öncesinden kalma, dünyanın en eski parfümünü bulup Roma  “Capitoline” Muzesi’ndeki “Afrodit Sergisi”nde sergilediler.

İspanyol zeytinyağının en önemli müşterisi Hamburg’lu firma Beiersdorf. Yılda 7 ton zeytinyağını kozmetik ürünler Florena Markası için işleniyor. Bu gelişme çok yeni, yaklaşık son on yıldır kozmetik sektörü doğal bitki ve otlar alanına girmek durumunda kaldı. Bu sadece zeytin üzerine yapılan araştırma sonuçlarından değil, aynı zamanda tüketicilerin giderek bilinçlenmiş olması ve var olan ürünlerin büyük oranda kimyasal içermesiydi.  Antik Yunan’dan beri aslında zeytinyağının kuru ciltlere iyi geldiği biliniyordu. Sadece Hera, Afrodit, Odysseus değil pek yaygın olarak kullanılıyordu. Öyle ki, zeytinyağı yenmeden önce cilt bakımında kullanılıyordu. Buna rağmen, bitkisel yağlar ticari kozmetik ürünlerde uzun süre işleme güçlüğü nedeniyle önemli bir rol oynamadı. Ayrıca kokusu iyi bir zeytinyağı (Naturel Sızma) değilse sorun yaratıyordu. 2000’li yıllarda zeytinyağı adeta tekrar keşfedildi. Bunda dünyadaki Organik/Bio (Doğal) ürünlere artan ilginin de payı oldu.

Florena ürün geliştirme sorumlusu Anette Bürger “kuru cildin ihtiyacı olan uçucu yağların oranı %85, cildi kurumadan koruyan Linoleik asit zeytinyağında var. Antioksidan etkisi ise, zeytinyağının en önemli özelliği. Kozmetikte kullanılan diğer yağlarda E Vitamini var ama, Polifenol gibi antioksidanlar, serbest radikallere karşı hücreleri koruyan antioksidanların etkisi çok önemli”.

*Yiyeceğin yanısıra merhem olarak da kullanılan zeytinyağı; tahrişin neden olduğu acı ile yanmayı giderici ve yumuşatıcı özellikleri olan losyondur da.”

*Zeytinyağı sağlık ve güzellik kaynağıdır. Cilde ve saçlara çok faydalıdır. Cildi besler, korur ve yumuşatır.” 1904 yılında Penaten kremi piyasaya çıkana kadar ve daha da uzun bir süre Akdeniz ülkelerinde bebeklerin popolarına zeytinyağı sürüldü.

*Zeytinyağı, derinin foliküllerine penetre olabildiği için, gerek internal gerekse eksternal dokuların yara veya iritasyonunda ve enfeksiyonlara karşı yararlıdır.

Zeytin yaprağı Özü (Hulasası)

Olivenblattextrakt – Olive leaf extract 

Zeytinyağı yapraklarındaki Oleuropein maddesi sağlık ve kozmetikte geniş bir değerlendirme alanı buldu.

Zeytin ağacının yaprakları, mikrop öldürücü, ateş düşürücü, yatıştırıcı, kan şekerini ve yüksek tansiyonu düşürücü, iştah açıcı, idrar söktürücü özelliklere sahiptir. Şeker hastalığına da zeytin yaprağı önerilir.

Yıllardır çok yaygın bir şekilde antibakteriyel özelliği nedeniyle vücuttaki parazitlere karşı, bağırsakların temizlenmesinde kullanılıyor. Çay olarak da giderek yaygınlaşıyor.

Ateş düşürmede “daha etkili bir yöntemse zeytin yapraklarını kaynatarak elde edilen özün -yaklaşık yarım litre kalana kadar kaynatılan bir litre su içine 30g kadar zeytin yaprağı- tatbiki ile ateşin düşürülmesi sağlanır” (Rolleston, George 2010) (Aktaran: Cihan Özgün, ZAY 2018).

Gastrit ve ülsere karşı korumada etkin yardım sağlar. Hazmı en kolay olan zeytinyağı besinlerin bağırsaklar tarafından çok daha iyi emilmesini sağlayarak bağırsakların çalışmasını düzenler. Zeytinyağı gastrik asiditeyi azaltabilmektedir. Yağların sindirimi diğer besinlerin aksine ince bağırsaklarda başlamaktadır. Zeytinyağı, bilinen sıvı yağlar içinde en kolay hazmedilenidir. Çünkü zeytinyağı, diğer yağlardan farklı olarak, midede bulunduğu sürede sindirim için gereken mide asitlerini düşürdüğü gibi, midede çok kısa bir süre kalarak bağırsaklara geçmektedir. Buna ek olarak zeytinyağı, sindirim için vazgeçilmez olan salgıları da olumlu yönde etkilemekte ve safra kesesinin kolestrolden temizlenmesine yardımcı olmaktadır.