Refresh loader

Archive : Osmanlı

Anadolu, Osmanlı ve Türkiye’de

MÖ 3000-2000 yıllarında İzmir Urla, Limantepe Höyüğü kazılarında zeytinyağı elde etmeye yönelik gereçler/işlik ve zeytinyağı depoları bulunmuştur. MÖ 1300’lerde Kaş açıklarında Uluburun’da deniz arkeologları batık teknede nar, üzüm, incir, badem ve zeytin bulmuştur.

MÖ 10. yüzyılda İonların kurduğu Klazomenai medeniyeti, İonya kıyı ve adalarının önemli bir zeytinyağı kültürü ve ticaretine sahip oldukları­nı gösteriyor. Klazomenai işliği, günümüze kadar büyük oranda korun­muştur (İplikçi, Bakır, 2018). Yine önde gelen kentlerinden Erythrai (Il­dır, Çeşme yakınlarında) önemli bir zeytinyağı üretim ve ticaret merkezi. Birgi ve çevresinde, Romalılardan kalma zeytinyağı işlikleri, oyma ve oluklu taşlar, pres taşı ve öğütme taşları bugünlere kalabilmiştir. Manisa Salihli’de eski Lydia başkenti Sardes (Sart) kalıntıları da bir zeytinya­ğı kültürünün varlığına tanıklık ediyor. Mersin Erdemli ve Silifke yolu üzerindeki Elaiussa-Sebaste (Ayaş) Kilikya, Roma eyaleti, Kappadokia ciddi bir zeytinyağı üretim ve ticareti yapıyordu. Limonlu (Lamas) eski bir zeytinyağı kenti iken, zeytin ağaçlarını 20. yüzyılın başında odun kö­mürü yapmak için kesmişler, tarihi kent bir limon ambarı kasabası haline getirilmiş.

Antik Çağ’ın önde gelen Tarihçi ve Coğrafyacısı, (Datça’lıların pek sevdiği; “Tanrı sevdiği kullarını uzun yaşasınlar diye Datça’ya gönde­rirmiş” dediği söylenilen) Amasya’lı Strabon MÖ 63-MS 24, “Antik Anadolu Coğrafyası” adlı eserinde; O dönemde Halys adını taşıyan Kı­zılırmak çevresi deltası soluna düşen Sinop’tan, Bolu ve batısına düşen kıyı şeridinde “bütün toprakları işlenmiş olan ve denizden biraz yukarıda bulunan bu ülke zeytin ağaçlarıyla kaplıdır” diyor. Amisos (Samsun) dan doğuya yöneldiğinizde “…Pontus’un en iyi kısmı olan Phanaroia bulu­nur (yani, Terme Fatsa, Giresun, doğuda Canik dağlarının koruduğu Ye­şilırmak vadisi, günümüzde Tokat’ın Erbaa ve çevresi-Romalı komutan Lukullus’un Roma’ya bağladığı bölge, MÖ 75). Burası zeytin ağaçları, pek çok bağlar ve bir ülkenin sahip olabileceği bütün diğer nimetlere sa­hiptir” diyor. Miletlilerin MÖ 8. yüzyılda “Sinope” olarak kurdukları ve limanından ihracat da yapılan Kastamonu ile birlikte Sinop, Yunan ve Roma döneminde zeytin yetiştirilen yerlerin “doğu sınırı” kabul edili­yordu. Yunan bilgesi Diyojen’in doğum yeri ve aynı zamanda, “zeytinin iştah açtığını, hazmı kolaylaştırıp, ishale iyi geldiğini yazan şair, Diphi­los’un memleketi.

Antalya yöresi için ise şöyle diyor; “ bazıları da Pamphylia kentleri olan Side ve Aspendos’un üst taraflarında, zeytin ağaçlarıyla dolu tepelerde otururlar.” Serik Altınkaya bölgesi için ise “Torosların zirveleri arasın­daki bu ülke, onbinlerce kişiyi barındırabilir, o kadar verimlidir ki, bir­çok yerlerinde zeytin ağaçları ekilidir ve nefis bağları ve her çeşit davar için bol meraları vardır.”

Strabon, Gediz nehri’nin Ege’ye döküldüğü Çandarlı (Pitane) ve Çan­darlı Körfezi’ni eski Yunanca adıyla Elaitikos, “elaea” Yunanca zeytin demek, şimdiki adı da Zeytindağ.

Evliya Çelebi (1611-1682) Trabzon’u tanıtırken, “limonu, turuncu, narı, zeytini her tarafta meşhurdur. Yedi çeşit zeytini olur” diyor.

Evliya Çelebi, “Seyahatname”’de, o dönemde Osmanlı topraklarına yeni katılan Girit’i tanıtırken, Hanya şehrinden, “tanesi bir okka gelir narı, zeytini ve servi ağaçları meşhurdur” diyor.

İngiliz gezgin Randolph, 1687’de Girit’in ünlü zeytinyağı Canea (Han­ya) yağının, ağaçtan zeytinin elle toplandığı için çok lezzetli olduğunu yazmıştır.

Osmanlı döneminde Anadolu’da zeytincilik geniş çaplı yapılmıştır. Muğla,
İzmir, Aydın, Antalya, Çanakkale, Balıkesir ve Bursa’da Osmanlı döneminden
kalma “Vakıf Zeytinlikleri” vardır.

Edremit Kurşunlu Camii’nin (He­kimzâde Camii) 1500 yılına ait vakfiyesinde, vakfedilen zeytin bahçele­rinden bahsedilmektedir (Özdemir, 2002). Yavuz Sultan Selim zamanın­da 1512 yılında İstanbul’dan Edremit kadısına gönderilen bir fermanda “Ramazaniyelik, eyülerinden ve nefislerinden sekiz varil zeytun” isten­mektedir (Özdemir ve Yağcı, 2007). Ne Strabon’suz ne de Evliya Çelebi’siz Anadolu coğrafyası yeterince an­laşılabiliyor.

“Bir yelpaze gibi
Açılıp kapanıyor
Zeytinlik.
Gök yıkıldı yıkılacak
zeytinliğin üstüne
ve karanlık bir yağmur
soğuk yıldızlarla.
Titriyor saz ve gölge
Irmağın kıyısında.
Buruşuyor kül rengi hava.
Çığlıklarla yüklü zeytin ağaçları.
Bir tutsak kuş
sürüsü
Sallıyor karanlıkta
Uzun kuyruklarını.
Federico Garcia Lorca

Osmanlı

Akdenizin binlerce yıllık en belirgin ve en önemli meyvesi, hiç kuşkusuz üzüm ve zeytindir. Şarap ve zeytinyağı, Bizanstan Osmanlıya da geçmiştir. Osmanlı Sarayı’na ve İstanbul’a zeytin ve zeytinyağı, Girit, Midilli, Peloponez, Kalamata ve Edremit’ten getiriliyordu. Zeytinyağı, Galata’daki Yağkapanına (yağ kantarına) getirilirdi. Bizans ve Osmanlı uzmanı, David Talbot Rice’ın eşi Tamara Talbot Rice,(Bizans döneminde güçlü ve zengin Mısır ailesi) “Apionların mülkünde her ikisi (şarap ve zeytinyağı), efendisinin kilerlerinde ne kadarının depolanacağına ve ne kadarının satılacağına karar veren başkilerciye teslim edilirdi” diye aktarır.

Bahattin Ögel’in “Türk Kültür Tarihine Giriş’inde, “Mukaddimet ül-edep” sözlüğünde, “Kısas-ı Enbiya” da yer alıyor.

Ahmet Refik Bey, “İstanbul Hayatı” çalışmasında diyorki: “İzmir’den İstanbul’a gelecek üzüm, incir ve zeytinyağına dair” İzmir kadısına 1592’de gönderilen hükümde “İstanbul’a gelecek kızıl üzüm, kara üzüm, incir ve badem ve zeytun yağı ve balmumu (bal) ve sair meyveyi (…) ahar diyare göndermeyüp (…) doğrı İstanbul’a gönderesin”…

Osmanlı mutfağının zenginliği, hüküm sürdüğü coğrafyadaki Hitit, Frigya, Likya, Lidya, İyon, Roma-Bizans, Selçuklu başta olmak üzere birçok uygarlığın yemek kültürünü sadece almamış, sarayda geliştirmiş ve sentez etmiş olmasında yatıyor hiç kuşkusuz. Ancak bu duruma, Osmanlı saray mutfağının zeytinyağı ile ilişkisi açısından bakılırsa, zeytinyağ tüketiminin ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra yaygınlaştığı görülür. Zira, merkezi Osmanlı topraklarında sınırlı oranda zeytinyağı tüketimi olduğu yönünde, araştırmalara, gözlemlere oldukça sık rastlanıyor. Zeytinyağı İstanbul’a, Müslüman olmayan tebaanın taleplerini karşılamanın dışında, çoğunlukla aydınlanma dahil tersane ve deri işleri için getiriliyordu.

“Rugan-ı zeyt” – Zeytinyağı

Fatih döneminde saraya zeytinyağı geldiği belirtilmekle birlikte, araştırmacı Faruk Doğan, bunun yanıltıcı olduğunu ve “yenilebilir yağlar” kategorisinde işlem görmediğini, başka amaçlarla tüketildiğini belirtiyor. (Doğan, Faruk, 2008)

Bizans limanı Yenikapı’da yapılan kazılarda bulunan amforalarda Teodosius hanedanına şarabın dışında zeytin, zeytinyağı ve tahılın da gemilerle getirildiği biliniyor. 15.-16. yüzyıllarda İstanbul’a zeytin ve zeytinyağı gelmiş olmasına rağmen, saray ve müslüman tebaadan çok ortodoks hristiyanlar tarafından tüketiliyordu ve özellikle hayvansal ürünlerin yenmediği oruç dönemlerinde bir tüketim artışı bile görülebiliyordu. Müslüman tebaanın zeytinyağına mesafeli duruşunda bu dinsel farklılığın da rolünün olabileceği belirtiliyor (Yerasimos, Marianna). Osmanlı sarayının tercihi tereyağıdır. Zeytin sınırlı da olsa sofralarda tüketilmeye başlıyor.

Zeytinyağının aydınlatma için kandillerde, sarayın, zengin evlerinin ve camilerin aydınlatılmasında kullanılmasının yanı sıra; sabun imali, ilaç yapımı, deri eşyalar ve atlarının koşumlarının yağlanması, tersanenin ihtiyacının karşılanması ve makinelerin yağlanması gibi farklı alanlarda kullanıldığı bilinmektedir. Öyle ki 17. yüzyıl saray ziyafetlerinde sadece balık çorbası ve balık için kullanıldığı kaydedilmiştir.

İstanbul’da aydınlatmanın ağırlıklı olarak; ucuz sıvı yağlar, mum ve zeytinyağıyla yapıldığı söylenebilir. Sultanın, şehzadelerin doğumunda, savaş kazanıldığında ve benzeri durumlarda koyduğu Donanma adı verilen kutlama sırasında bütün İstanbul’da (Pek çok önemli şehir ve Halep’te de kutlama yapıldığı belirtiliyor) gece aydınlatması yapıldığı biliniyor. Minare şerefelerinin aydınlatılması ve Ramazan Mahya’sı ki; iki minare arasındaki içinde zeytinyağı bulunan fitilli kandillerle aydınlatılan dini yazılar, geceleri etkileyici bir şekilde parıldıyor olsa gerek. Suriye ve Venedik’te çok sayıda zarif işlemeli zeytinyağı kandili yaptırılmıştı. Bu aydınlatma yöntemlerinin daha çok Erken Modern Dönem’de (1500-1763) uygulandığı söylenebilir.

Ancak şu gerçeği de unutmamak gerekir, Murat Belge diyor ki; “Türkler zeytinyağına hiçbir zaman tam ısınamamışlardı. Yağ deyince, akıllarına ilk gelecek şey hayvani yağdı.”(Belge, Murat 2016)

Özge Samancı, bu görüşü kuvvetlendirecek çok önemli ayrıntıları da aktardıktan sonra, 19. yüzyıla ulaşılmasına rağmen “Osmanlı saray mutfağında daha önceki dönemlerde olduğu gibi yemeklerde kullanılan başlıca yağ cinsi tereyağı ve tereyağının kaynatılarak ve tuzlanarak yapılmasıyla elde edilen sadeyağdı (revgan-ı sade). Dönemin yemek kitaplarına göre sadeyağ yapımında bazen az miktarda iç yağı veya kuyruk yağı da kullanılıyordu. Zeytinyağı tüketimi tereyağına kıyasla Osmanlı saray mutfağında çok azdı. Mutfakta kullanılan diğer yağ çeşitleri ise daha az olmak kaydıyla böbrek yağı (revgan-ı çerviş) ve kuyruk yağıydı”, diyor ve ekliyor:  “…dolmalar, yahniler ve hatta kızartmalar sadeyağ ile hazırlanırdı. Zeytinyağı kullanımı ise salata, bazı kızartma türleri, pilaki, deniz ürünleri ile hazırlanan yemekler ve yalancı dolmalar ile sınırlıdır.” (Samancı, Özge, 2008) Zeytinyağının sarayda çok sınırlı tüketildiği açık.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi (Cevdet, İktisat, no 1451) “Akdeniz canibinden İstanbul’a zeytin ve sabun gelen mahaller şunlardı: Midilli, Kazdağı, Girit Kandiye-Hanya, Resmo, Atina, İzmir (Sabun), Edremit, Molova, Ayvalık, Cunda, Eğriboz

Midilli, suyu kendisine yeterli olan ender ege adalarından biridir. Cenevizlilerin adasıydı ve Osmanlıya vergi veriyordu. 1462’de Fatih tarafından Osmanlıya dahil edildi. Zeytincilik, bağcılık ve Meşe palamutu yaygındır. Ada İstanbul’a; zeytinyağı, sabun, reçine, peynir ve gemi yapımı için meşe göndermekle yükümlüydü.

Midilli adasında Zeytin hasadı (Theophilos, 1873-1934)

Midilli Kanunnamesinde, revgan-ı zeyt ve (odundan) zift işliklerinden söz ediliyor.

1790 yılında Midilli’yi gezen Olivier, Türkiye Seyahatnamesi’nde üretilen 40 bin kental (100 kg 1 kental) zeytinyağının tamamının İstanbul’a gönderildiğini yazıyor. Midilli’de 1849 kışı çok soğuk geçmiş ve hemen hemen bütün zeytin ağaçları donmuştu. Zeytinliklerin toparlanması ve yeniden mahsul almak birkaç yıl sürmüştü.

Osmanlı’da yed-i vahit sistemi (Tekel), önceleri sadece afyonda vardı. Daha sonraları, pamuk, tiftik, yapağı, ipek, zahire ve zeytinyağına da getirildi. 18 Eylül 1833 yılındaki bir belgede “revgan-ı zeyt hususunda yed-i vahit usulü külliyen fesh ve hüsn-i nizamı istikbal olunmuş omağla…” denilmekteydi. Ancak,1838 yılında Balta Limanı Antlaşmasıyla resmen kaldırıldı.

Tanzimat Fermanı, 3 Kasım 1839 yılında ilan edildikten sonra; sosyal, idari reformlar ve modernleşme adımlarının yanı sıra, tarımsal alanda da pek çok teşvik ve düzenlemelere gidildi. 1876 yılında İstanbul ve taşrada Ticaret ve Ziraat Cemiyetleri, 1880 yılında ise Ziraat Odaları kuruldu. Tarım üzerine teknik ve bilimsel eğitim üzerinde durulmaya başlandı. Lise ve ortaokullara “ziraat dersleri” konuldu.

Avrupa ülkelerinin Osmanlı tarım ürünlerine ihtiyacı, zeytine olan talebi de artırmış ve zeytinlik alanlara teşvikler getirilmişti.

Ticari değeri fazla olan ürünlerin üretimini artırmak için geçici vergi muafiyetleri ve modern araç ve gereçlerin gümrüksüz ithal edilmesi politikaları izlenmiştir. 1850 yılında zeytinlik yapanlara yirmibeş yıl, yabani (delice) zeytin ağaçlarını aşılayarak zeytinlik oluşturanlara yirmi yıl vergi muafiyeti getirilmişti. 27 Haziran 1862 tarihli nizamname ile yeniden yetiştirilen zeytinlikler ilk mahsul senesinden itibaren üç yıl boyunca öşürden (mahsulün onda biri oranında alınan tarımsal vergi) muaf tutuldu. Aşılanmış zeytinliklerin iki ila beş yıllıkları, on yıl müddetle; beş yıldan fazla aşılı olanlar ise yedi yıl muaf tutulmuştu.  (Özgün, Cihan ZAY 2018)

Türkiye’de 36 ilde zeytincilik yapılıyor. Bu iller Marmara, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu’da toplanıyor. Karadeniz’de Trabzon, Artvin, Samsun, Kastamonu gibi illerde de zeytin var ancak, üretim bölgeye dahi yeteme­yecek kadar sınırlı ve kendi ihtiyaçları düzeyinde.

Türkiye’de

Tarımla uğraşan ailelerin % 10’u geçimini zeytincilik yaparak sağlamak­tadır. Sektörde 450 bin çiftçi ailesi ve her aile ortalama beş kişi kabul edildiğinde, yaklaşık 2 milyon kişi geçimini doğrudan zeytincilikten sağlamaktadır.

Zeytincilik sektörüyle bağlantılı olarak, zeytin işleme tesislerinden, rafinasyon ve ambalajlama tesisleri ile sabun sanayiine kadar geniş bir yelpazede, doğrudan ve dolaylı olarak yaklaşık 10 milyon kişiye istih­dam sağlanıyor.

Continio – Kontinü – Kesintisiz sistem Santrifüj sistem teknolojisini İtal­yanlar geliştirmiş ve 1927’de kullanılmaya başlanmış. Türkiye’de çok daha ileriki yıllarda:

1984 1 adet (Ayvalık)
1995 132 adet
1999 350 (150 adeti yerli) adet
2008 515 (1005 imalathane, 102 süper baskı, 580 hidrolik baskı)
2019 1200 (adet)

1980’li yılların sonunda, Türkiye, Halk Bankası kanalıyla “Dünya Ban­kası”ndan üç yıl ödemesiz, sekiz yıl vadeli Sanayi Yatırım Kredisi alır. Milas Zeytinyağı Tarım Satış Kooperatifinde bir kontinü fabrikası kur­mak için gerekli olan araç ve gereçler ithal edilir. Arkasından 1991 yılın­da Edremit ve Bayındır için kontinü sistem fabrikaları ithal edilir.

Zeytinyağı üretiminde klasik ve modern sistemler kullanılmaktadır. Kla­sik sistemi mengeneler, kuru sistem (süper presler) ve sulu sistem (torba­lı, hidrolik presler) olarak gruplandırmak mümkündür. Modern (Kontinü Santrifüjleme) sistemleri ise 2 fazlı kontinü santrifüjleme sistemi, 3 fazlı kontinü santrifüjleme sistemi, perkolasyon sistemi, kombine perkolas­yon ve santrifüjleme (sinoleo) sistemi olarak gruplandırılabilir.

Türkiye’de de modern sistemler yapan kuruluşlar var. Komple Zeytin­yağı Tesisleri, Pirina Tesisleri, Kontinü Sistem Zeytinyağı Ekstraksiyon Tesisleri, Dekantör ve Separatör üreten Hakkı Usta Oğulları, HAUS markası bunlardan biri. İlk makinalarını 1980’leri sonunda imal etmiş­ler, artık yılda 400’ün üzerinde makina imalatları ve 30 ülkeye ihracatları var. Polat, Kocamaz gibi pek çok fabrika var. Kontinü sistemlerinin pa­zarının büyük kısmı İtalyanların elinde. Ünlü Alfa Laval dünya pazarın­da da ön sıralarda, Pieralisi de bir İtalyan marka. GEA Westfalia marka bir Alman firması da var pazarda.

Klasik sistem yağhaneler ülkemizde zeytinyağı sektörünün önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu işletmeler mevsimlik olarak çalışan te­sisler olup, bu sistemler zeytinyağı üretiminde önemli ölçüde kalite ve verim kayıplarına neden olmaktadır. Bu işletmelerde randıman düşük, maliyet ise yüksek olmakta ve elde edilen ürünün kalite kriterlerine uyu­mu zor olmaktadır.

Diğer taraftan yağhanelerde preslenen yağlar üretici tarafından uygun olmayan koşullarda depolanarak fiyat, arz ve talep gibi unsurların oluş­masından sonra pazara giriyor. Sektördeki kurum ve kuruluşlardan son yıllarda seslendirilen şey, artık piyasanın kontinü sistemlere doyduğu yönünde. Modern kontinü zeytin sıkma tesisi kurulu kapasitesi birçok yörede ihtiyacın üzerindedir.

UZZK 2019-2020 Raporunda: “Ülkemizde yaklaşık 1200 adet zeytin sıkma tesisi mevcut olup bu nedenle yeni tesislere teşvik yerine, tesis­lerin modernizasyonun teşvik verilmesi uygun görülmektedir. Mevcut zeytin ve zeytinyağı işletmelerinin en önemli sorunu olan karasuyun ekonomiye kazandırılması olarak gözlenmiştir” deniyor.

Son Yıllardaki Türkiye’de Zeytin Ağacı, Zeytinyağı ve Sofralık Zeytin Üretimi

YılToplam
Ağaç
Meyve
Veren
Meyve
Ver­meyen
Zeytin
Danesi Ton
Yağlı
Ton
Sofralık
Ton
Zeytinyağı
Ton
2016/17174.000.000148.262.00026.331.0001.730.0001.360.000430.000175.000
2017/18177.930.731151.347.62826.583.1032.031.2441.593.698455.772287.041
2018/19177.843.532151.069.43426.774.5321.500.4671.076.823423..644193.613*
Kaynak: * 2018/19 Tahmini, UZZK Verilerinden hazırlanmıştır

Tariş Zeytin ve Zeytinyağı Tarım Satış Kooperatifleri Birliği, 1949 yı­lında kurulmuştur ve 28 bin ortağı var. Marmarabirlik ise 1954’de ku­rulmuş, 30 bin ortağa sahip ve İstanbul Sanayi Odası’nın ilk 500 firma­sı içinde 2018’de 417’nci sırada bulunuyor. Güneydoğubirlik 1940’da Antepfıstığı ağırlıklı kurulmuş 1989’da bu adı almıştır. 1966 yılında ku­rulan,Trakya Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği, Trakya Birlik`in ortak sayısı ise 40.000`e ulaşmıştır, zeytinyağı ve ağırlıklı ola­rak Ayçiçek Yağı, Mısır Yağı ve Margarin üretmektedir. İstanbul Sanayi Odası’nın ilk 500 firması içinde 2018’de 164’üncü durumdadır.

‘Sofralık’ olarak üretilen zeytin bölgeleri
‘Yağlık’ olarak üretilen bölgeleri

Son yıllarda Dünya Bankası tarafından da uygun bulunan Marmara­ birlik’ in zeytinyağı ve sofralık zeytin lisanslı depo inşaatı bedelinin % 50’si, Tarım Reformu Uygulama Projesi C/3 Bileşeninden Dünya Ban­kası kredileri ile Hazine tarafından hibe olarak karşılanmıştır. Birlik bu kapsamda 5.000 tonluk zeytinyağı deposu ve 13.000 tonluk sofralık zey­tin deposu inşa etmiştir.

Ege Bölgesinde zeytin üretiminin %80’i yağlık, %20’si ise sofralıktır. Bu oran Marmara Bölgesinde tam tersidir, %90’ı sofralık, %10’u yağ­lıktır. Güneydoğu Anadolu’da ise zeytin üretiminin %85’i yağlık olarak işlem görüyor.

Türkiye’de 2007/08 sezonundan itibaren sofralık zeytin tüketiminde bir yükselme trendi yaşanıyor. 2015/16 sezonunda 397 bin tona ulaşmış, 2016/17 sezonunda 433.000 ton olarak gerçekleştiği tahmin edilmiştir. Zeytinyağı tüketiminde ne yazık ki bu başarılamamıştır. UZZK, 07 Ekim 2019 tarihinde Zeytin ve Zeytinyağı Ulusal Resmi Tes­pit Heyeti 2019-2020 Türkiye Rekolte Raporu’nu yayınladı:

“Türkiye Genelinde 153.168.156 adet meyve veren 27.717.636 adet meyve vermeyen ağaç mevcut olup, toplam ağaç sayısı 180.885.792 Ağaç başına ortalama 10 kg zeytin verimi ile 1.532.501 ton zeytin dane­si alınacağı bunun 414.085 tonunun sofralık zeytine, 1.110.277 tonunun yağlığa ayrılacağı bundan da ortalama 4,9 randıman ile 224.595 ton zey­tinyağı elde edileceği, tahmin edilmiştir.”

Genel olarak Cumhuriyet dönemi gelişmelerine bakacak olursak: 1927 yılındaki Zeytincilik Kanunu Layihası’nın çıkarılmasından sonra, 1929’da Atatürk, Yalova Millet Çiftliği’ni ziyaret etmiş, çiftliğin ıslahı ve modernleştirilmesi ve zeytinciliğin kalkındırılması üzerinde durmuş­tur. Çiftliğin verimi düşük dört bin zeytin ağacı verimli hale getirilmiştir. İtalya’dan zeytincilik teknisyeni getirtilmiş ve Pietro Dacini fidanlığın­dan altı bin zeytin fidanı ithal edilmiştir. Bu zeytin fidanlarının hangi, cins olduklarına ilişkin bir bilgiye rastlanmıyor. “Tarımda Tedrisat-ı Is­lahat Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla birlikte, Avrupa’ya gönderilecek ziraatçılar arasında en başta zeytinciler gelmektedir.” (Aksu, Süleyman, 1984) 1920’lerin sonunda 6 tane pirina fabrikası kuruluyor.

1936 yılında 26.437.000, 1945’de 29.428.000 zeytin ağacı var. 1950-60 arasında bir duraksama yaşanıyor. İzmir’de 1937 yılında “Zeytincilik İstasyonu” kuruluyor ve 1950 yılında çıkarılan yeni bir kanunla adı de­ğiştirilerek “Zeytincilik Enstitüsü” oluyor. Bunun dışında, 1959 yılında modern tekniklerle fidan üretmek ve bölgesel araştırma ihtiyaçlarını karşılamak üzere, Edremit Zeytincilik Araştırma İstasyonu kuruluyor.

Halen Zeytincilik Üretme İstasyonu olarak faaliyet göstermektedir. 1960 yılına gelindiğinde zeytin ağacı sayısının, 54.845.000 adete ulaştığını görüyoruz.

Kaynak: UZZK, 2019-2020 Türkiye Rekolte Tahmin Raporu, 7 Ekim 2019

Türkiye’de Zeytin ve Zeytinyağı Üretimi (1939-1950)

Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti’nde Zeytin ve Zeytinyağı Üretimi ile Ticareti

200 milyon zeytin ağacına ulaşmanın hedeflendiği 1960’lı yıllardan iti­baren 4 Yıllık Kalkınma Planlı dönemde “Zeytincilik Seferberliği” baş­latılmıştır. 1964 yılında köylüye 1.831.000 adet fidan dağıtımı bedelsiz olarak yapılmıştır. 1969 yılında ağaç sayısı 75.574.000 adete ulaşmıştır. Bu dönemde ağaç sayısında yaklaşık olarak % 32 oranında bir artış ger­çekleşmiştir.

1970’li yıllardan itibaren zeytinciliğe yatırımsız dönem başlamış, 1980 yılına geldiğimizde ağaç sayısı sadece 81.250.000 adede ulaşabilmiştir. 1984 yılından itibaren Ege ve Akdeniz bölgesine yaklaşık 200.000 ithal İspanya Endülüs’den Cordoba şehrinden “Manzanilla” türü sofralık zey­tin dikilmiştir.

1980’li yılların sonlarında, IMF ve Dünya Bankası “Yeniden Yapılan­ma” projesi adı altında üreticileri yoksullaştıracak yaptırımlarda bulunu­yorlardı. Hükümetin çıkardığı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri’ni (TSKB) tasfiye edecek olan yasa diğer üreticilerle birlikte zeytincileri de yakından ilgilendiriyordu. Üreticiler, sömürülmelerini, sahipsizliklerini ve örgütsüzlüklerine “3 ‘K’** lar Üreticiyi Gagalar” (Komili, Kırlangıç, Kristal) tekerlemesi ile bölgelerinde destek aradılar.

(Aysu, Abdullah 2006)

1994-2000 döneminde Cumhuriyet tarihinde ilk defa zeytin alanlarının önemli ölçüde daralması ile karşılaşılmıştır. “Elden çıkan zeytin alanları daha kârlı olduğu düşünülen diğer bazı ürünler ve amaç dışı kullanım­lar için elden çıkmıştır ve çıkmaktadır. Üstelik bu zeytinlikler göreceli olarak daha üstün vasıflı alanlardaki üstün vasıflı zeytinliklerdir. Örne­ğin, zeytinler sökülüp (odun kömürü bile yapılmış) şeftali, kiraz vs gibi meyveler dikilmiş ya da yerleşim, sanayi vs. gibi amaç dışı kullanımlara geçmektedir”(Efe, Recep 2013).

2000-2010 Yılları arasındaki ise 10 yılda sayısı 60 milyona yaklaşan re­kor düzeyde zeytin ağacı dikilmiştir.

Türkiye’de, 1936 yılında 26.437.000 olan zeytin ağacı sayısının, 2009 yılında 153.000.000’a ulaştığı düşünülürse, 73 yılda zeytin ağacı varlığı yaklaşık 7 kat bir artıştan söz edilebilir.

1998’de yapılan tespitlere göre, “Türkiye’de mevcut zeytin ağaç sayısı­nın % 25’ini yaşlı ve verimden düşmüş ağaçlar teşkil etmekteydi. Varo­lan zeytin ağaçlarının 2006 verilerine göre % 41’i, 50 yaş üstündedir yani verimden düşmüş ağaçlardır (TÜİK, 2006: 3).

2005 ile 2008 yılları arasında Tarım Bakanlığı tarafından “Ulusal Tarım Stratejisi” doğrultusunda bir dizi yasal düzenleme yapılmıştır. “Bitkisel Üretim Faaliyetinde Sertifikalı Tohum ve/veya Sertifikalı Fidan Kulla­nan Çiftçilerin Desteklenmesi” ile çiftçilere destekleme ödemeleri ya­pılması sağlanmıştır. Böylelikle AB standartlarında, nitelikli fidan üreti­mi amaçlanarak “sertifikalı fidan” uygulamasına geçilmiştir. Bu sayede fidan üretimi önemli ölçüde kayıt altına alınarak, üretim % 400’lere va­ran bir oranla artırıldığı gibi, fidanın niteliğinde belirli kriterler oluştu­rulmuş ve ürün kalitesinin güvence altına alınması amaçlanmış.

Türkiye’de Yıllara Göre Toplam Zeytin Fidanı Üretimiyle, Kamu ve Özel

Sektörün Üretim Miktarları

YıllarKamuÖzelToplam
2003297.0503.111.5003.408.550
200435.0006.312.4106.347.410
200585.80016.965.35017.051.150
2006233.90027.930.85028.164.750
2007144.76020.242.97020.387.730
Kaynak:1325 (1907) Senesi Asya ve Afrika-ı Osmani Ziraat İstatistiği, Aktaran: Cihan Özgün

Türkiye’de, fide, “çöğür” adı verilen yabani zeytin fidanları, çelik, aşı olarak yılda yaklaşık 10 milyon zeytin dikiliyor. Örnek olarak; Ayvalık, Gemlik, Nizip yağlık, Manzanilla gibi çeşitler çelikle, Domat, Memecik, Yamalak sarısı, Uslu, İzmir sofralık gibi çeşitler aşı ile üretiliyor.

Manisa’nın Saruhanlı ilçesine bağlı Seyitoba Köyü 2000’li yıllardan iti­baren zeytin alanlarının hızla büyümesiyle birlikte, zeytin fidancılığına yoğun bir yöneliş göstermiş ilginç bir örnektir. Yüksek rakımlı bölgelerde ve soğuğa dayanıklı olan Ayvalık cinsi yeti­şir. Gemlik türü kıyı zeytinidir ve daha çok sofralıktır, geliri fazla olduğu için fidan dikimi yaygındır. Bölgeye göre aralarına Ayvalık cinsi fidanlar dikilerek, döllenmeyle soğuğa dayanıklı Gemlik zeytini elde ediliyor. Ancak, “Gemlik Fidanı” sofralık olması, çabuk paraya çevrilmesi nede­niyle dikiminde, çok yaygın bir yönlendirme ve üretici hatası yapılmıştır. Farklı coğrafyalara, farklı iklimi olan bölgelere uygun cinslerin dikilme­si gerekiyordu.

“Kiler-i Hümayum”

“Kiler-i Hümayum” Sarayın Zeytinyağı ile Sınavı

Osmanlı’nın özellikle sarayın bu durumdan çok fazla etkilendiği söylenemez. Etkilenme daha çok, 19. yüzyılda özellikle Tanzimat’tan sonra Fransızlardan ve kısmen İngilizlerden oluyor. O da Kuzey Fransa olsa gerek. İtalyanlardan, İspanyollardan ve Yunanlılardan pek etkilenmedikleri anlaşılıyor. Buna rağmen, Hristiyan ve Musevi tebaanın, Sefarad mutfağı, Rum mutfağı sürdürdüğü gibi; Marmara, adaları ile birlikte Ege, Kıbrıs, Girit ve Suriye (Lübnan, Ürdün, İsrail/Filistin) zeytinyağlı yemeğe devam ettiler, mutfaklarını geliştirdiler.

II. Mahmut döneminde (1808-1839), Osmanlı çok ciddi bir Mısır sorunu, daha çok da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile gerginlikler yaşadı. Osmanlıya Mısır’dan zeytinyağı, baharat, şeker ve pirinç geliyordu. Bu yiyecekler gelmediği gibi Suriye’de de Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa zeytinyağı dahil hiçbir şey göndermemeye başladı. Bu durum, hem sarayın hem de İstanbul’un ihtiyaçlarının karşılanamaması anlamına geliyordu ve çeşitli fermanlar çıkarılarak düzenlemelere ve denetlemelere gidildi.

Prof. Dr. Robert Mantran, “Bir mide kent olan İstanbul’un iaşesi devleti ilgilendiren temel bir sorundu” diyor. İstanbul ve çevresinin, 19. yüzyılın ilk yarısında kentin 700 binlere ulaşan nüfusunun yiyecek ve içeceğini karşılanması mümkün değildi. Artan ihtiyaç, imparatorluğun farklı sancak ve vilayetlerinden sağlanıyordu.

Osmanlı döneminde İstanbul’un Müslüman ve gayrimüslim nüfusu, savaşlar ve padişahların kimi farklı tutumları nedeniyle geleneksel nüfus artışına bağlı olmayan değişimler göstermiştir. Bir yandan gayrimüslimlerin yaşadıkları semtler değiştirilmiş  bir yandan da yeni gayrimüslimler bizzat padişahlar tarafından getirilip yerleştirilmiştir. 1461’de Fatih, Trabzon’dan Rumları getirterek Galata’ya, 1475’de Gedik Ahmet Paşa, Kırım Kefe’den 40.000 Ermeniyi Unkapanı ve Balat arasındaki bölgeye ve kendi adını alan Gedikpaşa’ya iskan ettirmiştir. 1490’da Yavuz, Çaldıran seferinden dönerken getirdiği 40.000 Ermeniyi Samatya’ya yerleştirmiştir. 1520’de Kanuni de seferden dönerken Belgrat halkından bir kısmını alıp, bugün Belgrat Ormanı olarak anılan bölgeye yerleştirmiştir. 1492’de İspanyol engizisyonundan kaçan çok sayıda Arap ve Yahudi göçmenin Galata’ya yerleştiği bilinmektedir.

Ayrıca, “17. yüzyılda Anadolu’dan birçok gayrimüslim İstanbul’a göç etmiş ve Galata’ya yerleşmiştir.” (Toprak, Zafer 1994 ) Daha önceki yüzyıllarda İstanbul’da yaklaşık %30 oranında Rum, Ermeni ve Yahudi bir nüfus yaşıyordu. Böylece Bizans’tan kalan yerli halkın yanısıra Osmanlı devrinde birçok gayrimüslimin de İstanbul’a göç edip kentin kozmopolit yapısını daha da periştirdiği görülmüştür.  Bu gayrimüslimlerin Müslümanlardan farklı yemek kültürleri vardı ve çoğunlukla zeytinyağı da kullanıyorlardı.

Osmanlı’da zeytinyağının bir gıda ve damak tadı olarak tüketilmesini izlemek için daha çok 19. yüzyılın ilk yarısını beklemek gerekecek. 1839 Tanzimat Fermanı, hemen hemen her alanda getirdiği düzenlemelerle Osmanlı’da reform anlamı taşıyordu. Zeytinyağı da artık yavaş yavaş “Kiler-i Hümayum” a girmeye başladı.

Sarayda kuzu eti sadece kuzu mevsiminde tüketiliyor, tavuk ve kanatlılar en düzenli  tüketilenler arasında bulunuyordu. Sığır eti daha çok pastırma ve sucuk olarak, dana eti hemen hemen hiç yenmiyordu. Sadece yabancı misafirler için; sığır, dana eti ve balık başta olmak üzere midye, istiridye, ıstakoz gibi deniz ürünleri saray mutfağında hazırlanıyordu. Mesela; “1450–1650 yılları arası saray mutfak muhasebe kayıtlarını inceleyerek önemli bir çalışma yapmış olan Arif Bilgin’in bulgularına göre balık Osmanlı sarayına düzenli ve çok olarak alınan gıda maddeleri arasında hiçbir zaman yer almamış.” (Samancı Özge, 2008)

1870’lerden itibaren, II. Abdülhamit döneminde daha çok balık ve balık çeşidi saray mutfağına girmeye başlıyor.

Osmanlı saraylarında Matbah-ı Hümayun ve Matbah-ı Amire olmak üzere iki ana mutfak vardı. Yalnız padişahın şahsına ait yemekler kuşhane-yi hümayun’da hazırlanırdı. Osmanlı sarayında mutfak oldukça geniş ve karmaşık bir kurumdu. Burada günlük yemekleri hazırlayanlar ayrı ayrıydı. İlk sırada padişah için pişen yemeklerle ilgilenen “kuşçubaşılar,” sonra Valide Sultan, şehzadeler ve harem halkına yemek pişiren “has mutfak” aşçıları gelirdi. Üçüncü kısım ise enderun ile birun halkının ve herhangi bir nedenden dolayı sarayda yemek yiyenlerin yemeklerini hazırlayan “Matbah- Amire” idi. Bunlardan başka sayıları 300’e varan aşçılar da vardı; sanatlarına göre tatlıcı, balıkçı, hamurcu gibi isimlerle anılırdı. (Gürsoy, D 1995)

Osmanlı saray mutfağı hizmet ettikleri kişi ve kurumlara göre farklı ocaklar olarak adlandırılıyordu. Şehzadeler mutfağı, Silahşoran ocağı, Dağıstan ocağı ve Harem  de dahil pek çok saray kurum ve hizmetkarlarının mutfakları da ayrıydı. Yıldız Sarayı’nda bir dönem 12 bin kişi yaşıyordu 1882’de mutfaklara bağlı çalışanların sayısı 907 kişi idi. Bunların içinde gıda malzemelerinin tedarikini ve dağıtımını sağlamakla görevli olanlar, aşçılar ve tablakârlar (günümüz garsonları) bulunmaktaydı.

Günümüz mutfağında zeytinyağlılar adını verdiğimiz zeytinyağı ile pişirilen ve soğuk yenen sebze yemek tariflerine ilk olarak 19. yüzyılın daha çok ikinci yarısında  yayınlanmaya başlanmış olan yemek kitaplarında rastlanmaktadır. Bu yemekler ayrı bir başlık adı altında değil sebze yemekleri ile anılmaktaydı. Zeytinyağlı dolmalar bu gruba girmekte, patlıcan, kabak veya havuç bol zeytinyağında veya sadeyağda kızartılarak yoğurt ile veya sirkeli, sarımsaklı, ballı bir sos ile sunulurdu. (Samancı, Özge 2008)

Sultan Abdülaziz, yemeğe meraklı değişik lezzetler arayan bir padişah olduğundan, kadın aşçılardan özel yemekler beklermiş. Yemek pişirme konusunda tanınan Arap cariyelerden buldurarak saraya getirtirmiş. Bu aşçı kadınlar emin dolması denilen sadeyağlı et dolması, zeytinyağlı patlıcan ve biber dolmaları, çeşitli sebze yemeklerini çok güzel pişirirlermiş. Bu Arap kökenli kadınlardan biri tarafından hazırlanan bir yemek, Padişahın çok hoşuna gittiği için adının “Hünkârbeğendi” olarak kaldığı iddia edilir.

Padişah Abdülhamit’in kızı yemek seremonisini şöyle anlatıyor: “Çatal, bıçak takımları altındı. Öğle yemekleri saray usulü saat on bir de, akşam yemekleri de saat beşte yenirdi. Yemekleri bu saatlerde yemek öteden beri sarayın âdetidir. Kilercibaşı önde, 2., 3., 4., kilerciler arkada olmak üzere sepetli çantalar içine koydukları sofra takımlarını alırlar ve sırma cepkenli, büyük şalvarlı Tablakarbaşı da başına büyük bir tabla koymuş olduğu halde hep beraber Kiler-i Hümayun’dan çıkıp yemek odasının yanındaki taşlığa gelirlerdi. Burada tablayı açılır kapanır bir masanın üstüne koyup sofrayı hazır ederlerdi. İki muhasip nöbetçi kapıda beklerdi. Kilercibaşı da yemek müddetince nöbet odasında beklerdi. …Koyun külbastı veya kotlet pane, balıklardan mezgit veya gelincik balığı, bazen börek, tatlılardan kaymaklı kadayıf, sütlaç veya muhallebi, alafranga tatlılardan şarlot. Akşam yemekleri daima hafifti. Et suyu, bazı çorbalar ve yemişlerden ibaretti. Yemişler arasında çilek, kavun, karpuz ve şeftaliyi tercih ederdi. Yemekten sonra yine kilerciler gelip sofrayı toplarlardı.” (Osmanoğlu, A 1994)

“Osmanlılar zeytin ağaçları ile dolu topraklar üzerinde yaşamalarına karşın, yüzyıllar boyunca kuyrukyağı ve çoğunlukla Kefe’den gelen tereyağı (bu aslında sadeyağdır ve genellikle tereyağı ile karıştırılır) ile beslendiler. Zeytinyağının beslenme amaçlı kullanımı uzun süre Ege ve Akdeniz kıyı şeridindeki çoğunluğu Rum olan yerleşik nüfusa has kalmıştır.”  (Doğan, Faruk  2008) Söz Kefe’ye gelmişken kısaca bu limandan söz etmekte fayda var. Karadeniz’e hakim Kırım’da bir liman şehri olan Kefe, ‘erzak ambarı’ olarak 16. – 18. yüzyıllar arası Osmanlı sancağıydı ve İstanbul başta bütün Karadeniz’e tahıl, meyve, sebze ve her tür canlı hayvan ve süt ürünleri gönderiliyordu. Tatar, Nogay ve Çerkesler tarafından Kefe’ye ulaştırılan bu hayvansal ürünlerin içinde en önemlilerinden biri de üzerinde Osmanlı tekeli bulunan ve sadece İstanbul’a saraya sevki gereken ‘rugan-ı sade’ (sadeyağ) de vardı. Nasıl ki Messina Roma’nın ambarı ise Kefe de geçmişte Bizans’ın ambarı işlevi görmüştü. Daha sonra da Osmanlıların. (Köse Ensar, 2015), (Öztürk, Yücel 2000, 2013), (Chardin, Jean 2014)

Kaynak: Türk Mutfağı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2008

Osmanlı’da yemek kültürünü tanıyabilmek için bir oranda da olsa yardımcı olabilecek iki farklı yüzyıla ait yemek kitaplarını örnek alırsak; Ağdiye Risalesi, 1715 tarihli ve ilk yemek kitabı olarak kabul ediliyor. Zeytinyağı sadece bir hamur tatlısının yoğrulması sırasında, hamurun yapışmasını önlemek için ele sürmek suretiyle kullanılmış. Ali Eşref Dede’nin 1850’lerde kaleme aldığı Yemek Risalesi kitabında şöyle bir tarif var: “Badılcanlı pilav”a gelince, …sonra suyun süzüp kızartılmış yağlı soğanla badılcanları da bir miktar kızartup tencereye kadar-ı kafi su koyup piriçle beraber cümlesin tencereye ve bir iki kaşık zeyt yağı izafe (ilave) itidal ateşte tabh olur…”

Ayrıca “Aşçıbaşı” adlı kitabında Mahmut Nedim Bin Tosun’un 1889 yılına ait sekiz zeytinyağlı yemek tarifi var. Ayşe Fahriye hanımın 1882 tarihli “Ev Kadını” adlı kitabında da çok miktarda zeytinyağlı yemek tarifi bulunuyor.

Türkler, Anadolu’ya göç ettikten sonra oradaki yemek kültüründen etkilenmişlerdir. Örneğin, “Tavukgöğsü” ve “Kazandibi” gibi tatlılar Romalılardan kalmadır. Balık, zeytin, zeytinyağlı yemeklerin pek çoğu Bizanslılardan ve Rumlardan gelmiştir (www.kultur.gov.tr, Erişim 2008). Sadeyağlı yemeklerin de Ermeni ağırlıklı olduğu genel kabul gören bir yaklaşımdır. Böylece, Anadolu coğrafyasındaki Kürtler ve Araplar da dahil edildiğinde çok zengin bir mutfaktan söz edilebilir. Hiç kuşkusuz, bu zengin mutfakta Kafkas ve Balkan etkisini de göz ardı etmemek gerekir.

Türkiye’de; Marmara, Ege, Akdeniz şeridinin dışında zeytinyağlı sebze ağırlıklı yemekler bir damak, lezzet ve beslenme alışkanlığı oluşturmamışlardır. Bu durum yüzyıllardır önemli bir değişikliğe uğramamıştır. Osmanlı mutfağında zeytinyağının  devletin 600 yıllık tarihinin son 50 yılında kısmen de olsa yer aldığı söylenebilir. Yerli halkın da bölgelere göre değişen farklı mutfak kültürleri vardı. Mesela, İzmir ve İstanbul’da yaşayan Rumlarla Kayseri’de yaşayan Rumların mutfak kültürü tam örtüşmezdi. Kayserili Rumların, İzmirli ve İstanbullular için “Onlar yemek yemiyor, otluyorlar” diye alay ettikleri söylenir.

Mübadele ile Türkiye’den Yunanistan’a gönderilen Rumlar (sayıları 1 milyon 200 bin olarak biliniyor, Türkiye’ye gelen müslüman ve Türklerin sayısı ise 400 bin civarındadır), Yunanlıların fazla yemek çeşidi tanımadıklarından ve yemeklerin tatsız olduğundan yakınmışlardır. Anadolulu Rumların Yunan mutfağını zenginleştirdiklerini söylersek pek de yanlış olmaz. Anadolu mutfağındaki sebze, zeytinyağı ve zeytinyağlı yemekleri, mübadele ile Girit’ten, Midilli’den, adalardan ve ana kara Yunanistan’dan gelenler korumuş ve geliştirmiş. Özellikle adalı mübadiller, Zeytinyağı Kültürü’nün en önemli taşıyıcıları ve günümüze kadar geliştiricileri oldular. Bu insanlar, batı ülkelerinde Akdeniz Mutfağı olarak bilinen, bazı kaynaklarda hatta Girit Mutfağı olarak geçen mutfağın önemli parçasını oluşturdular. İstanbul’daki Nielsen Araştırma Hizmetleri adlı araştırma kuruluşunun yaptığı bir pazar araştırmasına göre, Türkiye’deki perakende noktalarının, yani bakkal ve süpermarketlerin  %97’sinde ayçiçeği yağı, %34’ünde mısırözü yağı, %29’unda ise zeytinyağı vardı. Ayrıca araştırmada, Marmara bölgesindeki her 100 bakkalın 41’inde, İç Anadolu ve Akdeniz bölgesinde 15’inde, Karadeniz ve Doğu Anadolu’da ise 3’ünde zeytinyağı bulunuyordu. (Aktaran: Artun Ünsal, 2000)  Tüketicinin mutfağında kendi ürününü veya kayıtdışı ürünleri kullandığını da hesaba katmak gerekir ama bu yine belirli bölgeler için geçerlidir. Bu araştırma 1996 yılında yapılmış yani yirmi yılı aşkın bir süre önce. O tarihten 2020 yılına kadar Türkiye, yıllık ortalama kişi başına zeytinyağı tüketimini 1,5 litreden 2 litreye çıkaramamıştır. Önümüzdeki yıllarda, bu ortalamayı artırabilecek bölgeler yine Marmara, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu ile sınırlı kalacak gibi gözüküyor.

“İyi bir salata yapmak için dört karaktere ihtiyacınız vardır:
 zeytinyağı için bir müsrife,
  sirke için bir cimriye, tuz için bir bilgeye, biber için bir aptala.”

François Coppée