Refresh loader

Archive : Zeytin yağı

Çabalar

Türkiye’de zeytin ve zeytinyağı konusuyla ilgilenenler, son yirmi yılın üreticileri, sevenlerinin bilgi kaynağı hiç kuşkusuz “Ölmez Ağacın Peşinde” adıyla 2000’de yayınlanan, çok önemli bir araştırmanın yazarı Artun Ünsal.

Ölmez Ağacın Peşinde – Artun Ünsal

Extra Vergine – Tom Mueller

Diğeri ise, Amerikali gazeteci Tom Müller’in , “Extra Virgin, Zeytinyağının Yüce ve Skandal Dünyası”, 2012’de yayınlandı. Ne zeytinyağı sevdalıları ne de o kadar resmi, gayri resmi kurum kuruluş, 100-150 yıllık büyük şirketler ne yazık ki, dünyada çok büyük yankı uyandıran bu kitabı Türkçeye kazandırmadılar. Oysa Tom Müller, “Bu zengin, esnek, derinliği olan gizemli madde ile, bir meyveden kazanılan meyve suyu ile, insan organizması için ideal bir yağ karışımı olan, damarları yağlayan aklı besleyen en modern kalitede en eski gıda maddesi ve tıbbın daha yeni yeni araştırmaya başladığı, bitkisel yağ ile yakından ilgilenmeye başladım.” diyerek konuya dahil olmuştu. Saygı duyulması gereken, çok önemli bir eser bıraktı.

Yıllarca gerçek kaliteli zeytinyağı için mücadele edenler; bu yönde UZK-Uluslararası Zeytin Konseyi ve Avrupa Birliği’nin tanımları büyük oranda kaliteye cevap verebilecek durumdayken piyasaya hakim olan büyük şirketlerin sahtekarlıkları, tağşiş ve etiketlerdeki dalavereyi büyük oranda önleyemediler.

1990’lı yıllar zeytinyağının üretim ve tüketim artışında altın ve kaplama altın yılları oldu desek yanlış olmaz. Amerika ve AB’de sahtekarlıklara karşı mücadele yılları yaşandı.

Sonunda bir inisiyatif oluştu ve tarihi olarak tanımlanabilecek bir etkinlik gerçekleştirildi.

“Beyond Extra Virgin” (Jenseits von Extra Vergin / Natürel Sızma ve Ötesi) başlıklı Konferans 20 Eylül 2010 yılında Verona’da toplandı. Extra Virgin’in geleceği; Bu arada; virgin / vergine-unberührtjungfräulich / virgen / bakir anlamına geliyor. Uluslararası Zeytin Konseyi (IOC-UZK), Olio2Go, McEvoy Ranch firması destekliyor. Pasquali ve Claudio Peri’nin çağrısına toplam 120 davetli katılıyor.

Kimyacılar, aşçılar, duyusal analiz bilim insanları, müzisyenler, gelişkin lezzet vizyonu olanlar, kalite kontrolu alanındaki mühendisler üç gün boyunca daha önce denenmemiş bir “Natürel Sızma Zeytinyağı”nın geleceği tartışması yaptılar. “Süper premium”, extra virgin ötesine geçen zeytinyağı kategorisi olarak tanımlandı. ”Uluslararası 3E Derneği (3E’ler Etik, Mükemmellik ve Ekonomik) tarafından geliştirilen bir standart, yukarıdaki süper premium için çıtayı belirliyor.  Üretimde ve denetimde tam bir şeffaflık esas alındı.

Düzenleyicilerinden İtalyan Profesör ve zeytinyağı sevdalısı demek pek tanımlamaya yetmeyecek, hastası, müptelası demek daha doğru Paolo Pasquali var. Pasquali ilginç bir adam, her tutkulu insanın bir hikayesi varsa, o da nasıl zeytinyağı sevdalısı olduğunu söyle anlatıyor: “Görüştüğüm zeytinliği olan çiftçilerde yağ virüsü vardı ben de onlardan kaptım.” (Müller, Tom 2012)

 Paolo Pasquali’nin çiftliği Floransa’nın kuzeyindeki tepelerde ve  bir “zeytinyağı tesisi” Villa Campestri’de inşa ettiği tatma odası (Oleoteca-kendisi bu tanımı kullanıyor) Yağbarı, Kaliforniya’daki Napa Vadisi’ndeki Amerikan Mutfak Kültürü (Culinary-kulinarisch) Enstitüsü (CIA Flover Bar), Kaliforniya Üniversitesi (UC Davis) Zeytin Merkezi ve Georgofili Akademisi (Floransa) ile doğrudan işbirliği halinde çalışıyor.

2010 yılında aynı zamanda “Akdeniz Diyeti”, UNESCO tarafından  “İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası” olarak kabul edildi. 1960 yılında kalite düzeyi olarak “nativ extra” (Naturel Sızma)  kavramının AB düzenlemesinde yer almasının da 50. yılıydı.

Başarıyla gerçekleşen bu konferans sonunda, başta Akdeniz ülkeleri olmak üzere pek çok zeytinyağı sevdalısı ve üreticisinde bir perspektif değişikliği yaşandı.

Ayrıca, Türkiye dahil pek çok ülkede “Bio / Organik” zeytinyağı çiftlikleri oluştu. Güvenilir kurumlar artık “Altın, Gümüş” gibi kaliteyi ödüllendirmeye başladılar.

Zeytinyağı dünyası yeni bir şekil aldı. Her geçen gün hızla tekelleşen büyük şirketler ve onların yuttukları; mesela, Türkiye’de Komili, Kırlangıç, Sezai Ömer Madra gibi ve de Unilever (ISO 500, 25. sıra), Bunge (ISO 500. 92. sıra), DeOleo gibi büyük tekeller. Bunlar yaygın dağıtım ağları ve üretimleri ile dünya pazarında egemen oldular, süpermarket, discounter rafları AB kriterlerine dahi uymayan vasıfta hatta Tağşiş-Taklit-Hileli zeytinyağları ile dolu. Diğer taraftan, kaliteye sadık, ödünsüz üreticiler her türlü yöntemi kullanarak, internet üzerinden de satış olanakları da geliştirerek kendi hedef kitlesine ulaşıyor. Bu tür kaliteli zeytinyağları ucuz değil. Andreas März bu duruma bir farklı boyut daha getiriyor; “Yağ ne kadar iyiyse değerli maddeleri de o oranda zengindir.” En basit karşılaştırma ile, market yağlarında en fazla 50-100 değerindeki polifenol oranı, kaliteli zeytinyağlarında 400-600 düzeyindedir.

Özetle 3E ve Super-Premium artık bir kavram olarak yerleşti. Her geçen gün 3E sertifikalı zeytinyağları hızla artıyor.

Zeytinyağı sektörünün en eski ve güçlü STK olarak bilinen Zeytin Dostu Derneği’nden (ayrıca Ethem Bey Zeytinyağları’nın sahibi) Dr. Dilşen Oktay; “beyaz teneke”, “ucuz” zeytinyağı alıp ekonomi yapayım derken sahtekarları ihya eder, …kendi sağlığınızı kendiniz tehdit edersiniz. Bu bir kısır döngüdür.” diyor ve ekliyor.

“Naturel sızma zeytinyağı 20-24 ₺ arasında işlem görmüş Ocak 2019 itibariyle. Dolayısıyla toptan fiyatı en az 20 ₺ olan bir ürünü siz pazarda 10-15 ₺ arasında bulursanız önce bir soruşturun. Çünkü satılmaya çalışılan ürünün kalitesi natürel sızma olmayabilir! Genelde bu tarz alışverişler etiketsiz ya da kayıtsız, sektörde “beyaz teneke” olarak bilinen adıyla gerçekleşir.” (Oktay, Nilşen 2019)

Şu durum son 10 yıldır artık açık seçik görülür olmaya başladı. Konu “Naturel Sızma Zeytinyağı” olduğu için mesela, riviera, rafine gibi diğer zeytinyağı türevlerine girilmiyor.

Dünya kalite sıralamasında, a) Super premium, b) Organik/Bio/Butik Naturel Sızma, c) Naturel Sızma olarak üç kategori oluştu. Ortalama zeytinyağı tüketicisi  Türkiye’de yıllık tüketimi zaten 1,5 Litreyi geçmiyor. Bir de gerçekten “Naturel Sızma” olup olmadığından emin de olunamıyor. Türkiye’de genel olarak TEST geleneği de henüz tam olarak yerleşmedi. Gelişmiş ülkelerde bu iş daha çok vakıflar, kamu yararına dernekler, yarı resmi kurumlar tarafından yapılıyor. Tabi, özel kuruluşların da test ve analizleri var ancak, güvenilirlikleri pek yok.

Sivil Toplum Kuruluşları, zeytin ve zeytinyağı alanında da hızla yayılıyor. Zeytindostu Derneği, Hangi Zeytinyağı, Zeytince Derneği, İzmir Karaburun’da Zeytin Okulu, İzmir’de Butik Zeytin ve Zeytinyağcılar Derneği-TEVOO ve çok miktarda internet sitesi var. Ancak, tüketiciye bilgi akışı, uyarılar ve tedbirler konusunda çok büyük eksiklikler var.

Nasıl Olmalı

“Şarabın yaşlısı, zeytinyağının genci makbuldür.”
Akdeniz atasözü

Şarap uzmanları, tadımcıları (Degüstatörler) ve şarap severler bilir ki; Farklı üzüm cinsleri, bağın durumu, işleme biçimleri, iklim ve coğrafya gerçek bir lezzet çeşitliliği ve zenginliğine yol açar. Bunun zeytinyağı için de geçerli olduğu, hala pek yaygın olarak bilinmemektedir. Zeytinyağında da zeytin çeşidi ve zeytinlik bölgesi tadı belirler. Coğrafya, toprak ve iklimin bir araya gelmesi kaliteyi etkiler. Tadı meyvemsi ve de boğazda (genizde/gırtlakta) -sadece orada ağızda değil- etkili bir acılık yakıcı bir tat bırakır. Bu hissedilir acılığın asit oranıyla bir ilgisi yoktur. Acılık, yanma hissi veren aktif madde Oleocanthal maddesidir ve bu Polyphenol/Polifenoller (Oleuropein ve Hydroxytyrosol de bu gruba dahildir) içinde yer alır.

Oleocanthal’ınilginç bir bulunuş hikayesi var.

Dr. Gary Beauchamp, Biopsikoloji alanında, Philadelphia’daki Monell Kimyasal Duyular Merkezi’inde çalışıyor. Koku, tat ve diğer duyuların temelleri analiz ediliyor.

1999 da İtalya Sicilya’da Erike şehrinde o zamanlar yeni bir uzmanlık alanı olan “molekulare Gastronomie” üzerine bir seminer vermiş.

Orada katılımcılara ikram edilen zeytinyağını içtikten sonra, boğazında hissettiği yanmayı İbuprofen adlı ilaçta da hissettiğini bu yanmanın sadece boğazda olduğunu, biber gibi dili, ağzı yakmadığını tespit edip, buradan farmakolojinin ve İbuprofen’in, zeytinyağı ile bir ortak yanı olduğu sonucunu çıkarıyor. Birkaç yıl süren araştırmalar, boğazdaki yanmaya neden olan madde “Oleocanthal” bulunuyor, latince kelimelerin birleşmesinden (oleo für Oliven/Zeytinyağı, canth für stechend/yanma und al für Aldehyd/bir kimyasal madde) “zeytinyağ” ve “yanma”. Çok yakın bir tarihte bulunuyor, 2005’de.

Zeytinyağının kalitesinin, sağlığa yararının göstergesidir ve sadece (bugüne kadarki bilgilerimize göre) Soğuk sıkım Naturel Sızma zeytinyağlarında bulunur. Genel bir tabirle, “boğazdan yağ gibi akan” hiç bir etki bırakmayan yağlar, kokusu, aroması olmayan yağlar, Naturel Sızma olmadığı gibi kalitesiz yağlar kategorisine girerler.

Bu madde değer olarak iyi bir zeytinyağında 250 mg/kg’da bulunması gerekir. Soğuk Sıkım Naturel Sızma (yani Extra Vergine veya Natives Olivenöl Extra olarak tanımlanan) zeytinyağlarında 500 mg/kg, adı ne olursa olsun daha çok da marketlerde satılan zeytinyağlarında ise 100 mg/kg oranında bulunur. Kaliteli zeytinyağı üreten firmaların dışında, hiçbir zeytinyağı etiketinde Polifenol oranı belirtilmez. Bu dünya pazarındaki pek çok markada olduğu gibi Türkiye’de de öyledir.

Polifenol sadece zeytinyağında değil diğer gıda ve baharatlarda da yüksek oranlarda  var. Mesela; Karanfil 100g, 15.188mg, Kuru Nane 100g, 11.960mg, Yıldız Anason 100g, 5.460mg, Kakao 100g, 3.448mg, Bitter Çikolata 100g, 1.664mg.

Ayrıca, Yaban Mersini, Böğürtlen, Çilek, Ahududu, Kuş Üzümü, Erik, Kiraz, Elma, Fındık, Ceviz, Badem, Pekan Cevizi ( bunların arasında en fazla Polifenol olan kuruyemiş, ABD ve Meksika’da çok miktarda yetişiyor.)

Zeytin ağacının yapraklarında Oleuropein maddesi bulunur, sağlık ve kozmetikte geniş bir değerlendirme alanı bulur.

Akdeniz’de  zeytinyağı uzmanları ve sevenleri; enginar veya yeşil domatesin kaydettiği hafif aromanın yanı sıra acı badem, limon veya elma, incir, çilek tadını ve yöreye göre, taze biçilmiş çim, baharat (kekik), defne ve çam kokusunu bulabilirler. Hoş kokmayan, kokusuz zeytinyağı iyi bir zeytinyağı değildir. Tat, koku, renk, aroma, lezzet… Yani iyi bir burun ve damak gerektiriyor.

Duyusal Analiz (Organoleptik); sertifikası olanlar tarafından, Lale biçiminde yuvarlağımsı lacivert tadım bardaklarıyla kapalı gözle veya yazısız etiketsiz numunelerle yapılır. Elma veya ekmek sadece ağzı temizlemek için kullanılır…

Duyusal özellikler / organoleptic characteristics / organoleptischen Merkmale

Hafif / light / leichten (delicato), yoğun / intense / intensiv (medio) ve çok yoğun / very intense / sehr intensiv (intenso) biçiminde yağlar belirlenip, ayrıntılı testler yapılıyor.

Test uzmanı degüstatör, Oleolog (Oleologist de deniyor), tadda  neyin önemli olduğunu şöyle açıklıyor: Pozitif bir değerlendirmede öncelikle; taze, meyvemsi bir koku ve etkileyici bir tad önem taşır. Ayrıca keskin, hafif acı, çimensi, topraksı veya ceviz, fındık, bademimsi bir tad ve koku beklenir.

Negatif değerler ise; küf, ekşi veya keskin bir koku ve tad. Kokusuz, anlamsız bir tad arzu edilmez.

Zeytinyağı iyi bir Naturel Sızma zeytinyağı olabilir ama, kaliteleri farklı olabilir. Tadımcıların yaptığı da tam olarak bu farklılıkları tespit etmektir. Dünya çapında (IOC) Uluslararası Zeytin Konseyi tarafından onaylanan yaklaşık 40 panel duyusal tadım ve analiz yapıyor. Almanya’da  8-12 zeytinyağı tadım paneli var.

T.C.Ticaret Bakanlığı bilgilerine göre: Türkiye’de 2011 yılında Fiziko-Kimya analizlerinde üç olan laboratuvar sayısı 2018’de ona çıkartılmıştır ancak, bu UZK’nin yayınladığı listede (T.21/Doc.No13/Rev. 20.12.2017) de farklı kategorilerin de dahil edildiği toplamdır ve bunların arasında mesela; Ana Gıda, Kristal gibi kendi ürünlerini analiz eden yedi laboratuvar da bulunmaktadır.

Yine 2011 yılında, duyusal analizlerde iki olan panel sayısı 2018’de beşe çıkartılmıştır.

UZK tarafından her yıl düzenlenen Eğitim Programı çerçevesinde İspanya Jaén Üniversitesi’nde düzenlenen “Zeytinyağı Organoleptik Değerlendirmesi Uzmanlık Kursu”na Türkiye’den her yıl 2-3 kişi katılıyor.

Zeytinyağının tadını birçok faktör belirler:

  • zeytinin çeşidi
  • Coğrafya, iklim
  • Tarımı ve bakımı (çapa, gübre vb.), özellikle su
  • Meyvelerin olgunluğu (yeşil, mor, sarı)  makbul olan ilk hasattır.
  • Çürümüş veya zarar görmüş meyvelerin oranı
  • Üretimde ayrılmamış yapraklar veya dallar gibi yabancı cisimlerin oranı
  • Preslerin temizliği ( muhtemel bir önceki üretim kalıntıları)
  • Hasat günü (4-8 saat içinde) soğuk sıkım 27° kadar. İdeali 24°.

Zeytinyağlarının makinadan çıkan son durumu filtresiz, bulanık görünümlüdür. Kısa sürede tüketim için çok uygun bir yağdır ancak, su ve tortu bulundurur. Çeşitli proteinler, şeker, fosforlu lipitler (fosfolipid) ve fenolik bileşenler vardır. Bir süre filtresiz bekleyen zeytinyağı besin değerinin koybolmasına neden olan bakteri, maya ve küfler de barındırır. Bu yüzden hızla pazar düşüncesiyle, filtre edilir ancak, bu da değer kaybı yaratır. Tavsiye edilen en uygun yöntem ise doğal çökertme yöntemidir.

• Zeytinyağı bir doğal üründür ve hava şartlarına karşı çok hassastır.

• Her hasat yılı aynı zeytinlikten farklı bir zeytinyağı elde edilir.

• Yağın rengi, kalitesi ile ilgili birşey söylemez.

• Zeytinyağı üç şeyi sevmez; ısı, ışık ve (hava) oksijen.

Uluslararası Zeytinyağı Konseyi UZK ve Türk Standartları Enstitüsü TSE

tarafından yapılan sınıflandırma:

  1. Naturel sızma zeytinyağı  (erken hasat soğuk sıkım 27 derecede, asit oranı en fazla 100mg da %0,8)
  2. Naturel birinci zeytinyağı (soğuk sıkım ve sızma değildir, asit oranı yüksek %2,0)
  3. Naturel ikinci zeytinyağı ( asit oranı 2.0-3.3)
  4. Rafine zeytinyağı (Rafinasyona uğramış yüksek asitli yağ)
  5. Riviera zeytinyağı (Rafine +  Naturel karışımı)
  6. Lampant (Sabun)

Türkiye’de zeytinyağı kızartmalarda kullanılmaz doğrultusunda bir yanlış kanı vardır. Kızartma için ısının yaklaşık olarak 180 dereceye ulaşması gerekir, zeytinyağının yanma derecesi 200-230 arasındadır. Diğer bitkisel yağlarda ısı derecesi 110-170 arasındadır. Ayrıca, “duman noktası”(smoke point / Rauchpunkt) açıkça görülebilen bir dumanın ısıtılmış bir yemeklik sıvı yağ veya katı yağ üzerinde başladığı en düşük sıcaklık da size, kızartma yağınız konusunda ve kızartmaya başlamanız konusunda yön verir.

Granada Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma sonucuna göre; zeytinyağı ile kızartılan sebzelerin, pişirilen sebzelerden daha sağlıklı olduğu çünkü, kaynatılan sebzelerdeki antioksidanların zarar gördüğü belirlenmiştir.

SENBA-İspanya Beslenme Bilimleri Topluluğu Başkanı Dr. Carmen Gomez Candela, “Günde ortalama sekiz zeytin yiyiniz, zeytin ve zeytinyağının tadına varın ki, sağlıklı yaşayabilesiniz, pek çok araştırma bunu teyit ediyor.” Böylece (vital substance/vitalstoff) denilen hayati madde ihtiyacı karşılanmış olur.

İtalya’da 2019 yılı başı itibariyle 44 zeytinyağı  (DOP: Denominazione di origine protetta) Menşe koruma tanımı mühürü almış ve  beş zeytinyağı da (IGP: Indicazione geografica protetta) (Coğrafi korumalı gösterge) Coğrafi İşaret mühürü tanımı almıştır. Pek çok zeytinyağı üreticisi ülke, Türkiye dahil DOP ve IGP başvurusunda bulunmuştur. Böylece, yağın menşei ve bölgesi tasdik edilmiş olacak, tüketici “zeytinyağlarımız Avrupa’dan veya Akdeniz’den” gibi muğlak kavramlar ve etiket dalaverelerine karşı kısmen de olsa korunmuş olacak ve bu tanımları etiketlerine taşıyan şirketler de Tağşiş-Taklit ve Hile yapmaya pek cesaret edemeyeceklerdir.

Akdeniz’de en iyi kalite olarak değerlendirilen zeytin ve zeytinyağı bölgeleri şöyle: İspanya’da Endülüs bölgesi ve Jeán kenti (bu kent “dünya zeytinyağı başkenti” olarak tanıtılır) ve Lucena; İtalya’da Toskana, Apulien ve Ligurien bölgeleri; Yunanistan’da Girit(Canea/Hanya), Peleponnes, Kalamata bölgesi, Suriye’de Afrin bölgesi, Türkiye’de Ayvalık, Edremit körfezi, Urla, Milas, Akhisar, Altınözü. Bir de son yıllarda (Roma İmparatorluğu zamanında da bilinen) hızla tekrar bu alana giriş yapan, Hırvatistan’da İstrien yarımadası. Bu listeye Kuzey Afrikayı, özellikle Fas ve Tunus’u da dahil etmek gerekir.

Önceki yıllarda UZK tarafından Madrid’de düzenlenen “Zeytinyağı Duyusal Analiz Panel Liderliği Eğitimi” 2019 yılında ilk kez Türkiye’de, UZZK-Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi koordinasyonunda İzmir’de düzenlenmiştir. Türkiye’de zeytinyağı kalitesinin artırılması ve 14 farklı ülkeden gelen 24 zeytinyağı tadım paneli yöneticisi aracılığıyla zeytinyağlarının dünyaya tanıtılması amaçlanmıştır.

“Kiler-i Hümayum”

“Kiler-i Hümayum” Sarayın Zeytinyağı ile Sınavı

Osmanlı’nın özellikle sarayın bu durumdan çok fazla etkilendiği söylenemez. Etkilenme daha çok, 19. yüzyılda özellikle Tanzimat’tan sonra Fransızlardan ve kısmen İngilizlerden oluyor. O da Kuzey Fransa olsa gerek. İtalyanlardan, İspanyollardan ve Yunanlılardan pek etkilenmedikleri anlaşılıyor. Buna rağmen, Hristiyan ve Musevi tebaanın, Sefarad mutfağı, Rum mutfağı sürdürdüğü gibi; Marmara, adaları ile birlikte Ege, Kıbrıs, Girit ve Suriye (Lübnan, Ürdün, İsrail/Filistin) zeytinyağlı yemeğe devam ettiler, mutfaklarını geliştirdiler.

II. Mahmut döneminde (1808-1839), Osmanlı çok ciddi bir Mısır sorunu, daha çok da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile gerginlikler yaşadı. Osmanlıya Mısır’dan zeytinyağı, baharat, şeker ve pirinç geliyordu. Bu yiyecekler gelmediği gibi Suriye’de de Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa zeytinyağı dahil hiçbir şey göndermemeye başladı. Bu durum, hem sarayın hem de İstanbul’un ihtiyaçlarının karşılanamaması anlamına geliyordu ve çeşitli fermanlar çıkarılarak düzenlemelere ve denetlemelere gidildi.

Prof. Dr. Robert Mantran, “Bir mide kent olan İstanbul’un iaşesi devleti ilgilendiren temel bir sorundu” diyor. İstanbul ve çevresinin, 19. yüzyılın ilk yarısında kentin 700 binlere ulaşan nüfusunun yiyecek ve içeceğini karşılanması mümkün değildi. Artan ihtiyaç, imparatorluğun farklı sancak ve vilayetlerinden sağlanıyordu.

Osmanlı döneminde İstanbul’un Müslüman ve gayrimüslim nüfusu, savaşlar ve padişahların kimi farklı tutumları nedeniyle geleneksel nüfus artışına bağlı olmayan değişimler göstermiştir. Bir yandan gayrimüslimlerin yaşadıkları semtler değiştirilmiş  bir yandan da yeni gayrimüslimler bizzat padişahlar tarafından getirilip yerleştirilmiştir. 1461’de Fatih, Trabzon’dan Rumları getirterek Galata’ya, 1475’de Gedik Ahmet Paşa, Kırım Kefe’den 40.000 Ermeniyi Unkapanı ve Balat arasındaki bölgeye ve kendi adını alan Gedikpaşa’ya iskan ettirmiştir. 1490’da Yavuz, Çaldıran seferinden dönerken getirdiği 40.000 Ermeniyi Samatya’ya yerleştirmiştir. 1520’de Kanuni de seferden dönerken Belgrat halkından bir kısmını alıp, bugün Belgrat Ormanı olarak anılan bölgeye yerleştirmiştir. 1492’de İspanyol engizisyonundan kaçan çok sayıda Arap ve Yahudi göçmenin Galata’ya yerleştiği bilinmektedir.

Ayrıca, “17. yüzyılda Anadolu’dan birçok gayrimüslim İstanbul’a göç etmiş ve Galata’ya yerleşmiştir.” (Toprak, Zafer 1994 ) Daha önceki yüzyıllarda İstanbul’da yaklaşık %30 oranında Rum, Ermeni ve Yahudi bir nüfus yaşıyordu. Böylece Bizans’tan kalan yerli halkın yanısıra Osmanlı devrinde birçok gayrimüslimin de İstanbul’a göç edip kentin kozmopolit yapısını daha da periştirdiği görülmüştür.  Bu gayrimüslimlerin Müslümanlardan farklı yemek kültürleri vardı ve çoğunlukla zeytinyağı da kullanıyorlardı.

Osmanlı’da zeytinyağının bir gıda ve damak tadı olarak tüketilmesini izlemek için daha çok 19. yüzyılın ilk yarısını beklemek gerekecek. 1839 Tanzimat Fermanı, hemen hemen her alanda getirdiği düzenlemelerle Osmanlı’da reform anlamı taşıyordu. Zeytinyağı da artık yavaş yavaş “Kiler-i Hümayum” a girmeye başladı.

Sarayda kuzu eti sadece kuzu mevsiminde tüketiliyor, tavuk ve kanatlılar en düzenli  tüketilenler arasında bulunuyordu. Sığır eti daha çok pastırma ve sucuk olarak, dana eti hemen hemen hiç yenmiyordu. Sadece yabancı misafirler için; sığır, dana eti ve balık başta olmak üzere midye, istiridye, ıstakoz gibi deniz ürünleri saray mutfağında hazırlanıyordu. Mesela; “1450–1650 yılları arası saray mutfak muhasebe kayıtlarını inceleyerek önemli bir çalışma yapmış olan Arif Bilgin’in bulgularına göre balık Osmanlı sarayına düzenli ve çok olarak alınan gıda maddeleri arasında hiçbir zaman yer almamış.” (Samancı Özge, 2008)

1870’lerden itibaren, II. Abdülhamit döneminde daha çok balık ve balık çeşidi saray mutfağına girmeye başlıyor.

Osmanlı saraylarında Matbah-ı Hümayun ve Matbah-ı Amire olmak üzere iki ana mutfak vardı. Yalnız padişahın şahsına ait yemekler kuşhane-yi hümayun’da hazırlanırdı. Osmanlı sarayında mutfak oldukça geniş ve karmaşık bir kurumdu. Burada günlük yemekleri hazırlayanlar ayrı ayrıydı. İlk sırada padişah için pişen yemeklerle ilgilenen “kuşçubaşılar,” sonra Valide Sultan, şehzadeler ve harem halkına yemek pişiren “has mutfak” aşçıları gelirdi. Üçüncü kısım ise enderun ile birun halkının ve herhangi bir nedenden dolayı sarayda yemek yiyenlerin yemeklerini hazırlayan “Matbah- Amire” idi. Bunlardan başka sayıları 300’e varan aşçılar da vardı; sanatlarına göre tatlıcı, balıkçı, hamurcu gibi isimlerle anılırdı. (Gürsoy, D 1995)

Osmanlı saray mutfağı hizmet ettikleri kişi ve kurumlara göre farklı ocaklar olarak adlandırılıyordu. Şehzadeler mutfağı, Silahşoran ocağı, Dağıstan ocağı ve Harem  de dahil pek çok saray kurum ve hizmetkarlarının mutfakları da ayrıydı. Yıldız Sarayı’nda bir dönem 12 bin kişi yaşıyordu 1882’de mutfaklara bağlı çalışanların sayısı 907 kişi idi. Bunların içinde gıda malzemelerinin tedarikini ve dağıtımını sağlamakla görevli olanlar, aşçılar ve tablakârlar (günümüz garsonları) bulunmaktaydı.

Günümüz mutfağında zeytinyağlılar adını verdiğimiz zeytinyağı ile pişirilen ve soğuk yenen sebze yemek tariflerine ilk olarak 19. yüzyılın daha çok ikinci yarısında  yayınlanmaya başlanmış olan yemek kitaplarında rastlanmaktadır. Bu yemekler ayrı bir başlık adı altında değil sebze yemekleri ile anılmaktaydı. Zeytinyağlı dolmalar bu gruba girmekte, patlıcan, kabak veya havuç bol zeytinyağında veya sadeyağda kızartılarak yoğurt ile veya sirkeli, sarımsaklı, ballı bir sos ile sunulurdu. (Samancı, Özge 2008)

Sultan Abdülaziz, yemeğe meraklı değişik lezzetler arayan bir padişah olduğundan, kadın aşçılardan özel yemekler beklermiş. Yemek pişirme konusunda tanınan Arap cariyelerden buldurarak saraya getirtirmiş. Bu aşçı kadınlar emin dolması denilen sadeyağlı et dolması, zeytinyağlı patlıcan ve biber dolmaları, çeşitli sebze yemeklerini çok güzel pişirirlermiş. Bu Arap kökenli kadınlardan biri tarafından hazırlanan bir yemek, Padişahın çok hoşuna gittiği için adının “Hünkârbeğendi” olarak kaldığı iddia edilir.

Padişah Abdülhamit’in kızı yemek seremonisini şöyle anlatıyor: “Çatal, bıçak takımları altındı. Öğle yemekleri saray usulü saat on bir de, akşam yemekleri de saat beşte yenirdi. Yemekleri bu saatlerde yemek öteden beri sarayın âdetidir. Kilercibaşı önde, 2., 3., 4., kilerciler arkada olmak üzere sepetli çantalar içine koydukları sofra takımlarını alırlar ve sırma cepkenli, büyük şalvarlı Tablakarbaşı da başına büyük bir tabla koymuş olduğu halde hep beraber Kiler-i Hümayun’dan çıkıp yemek odasının yanındaki taşlığa gelirlerdi. Burada tablayı açılır kapanır bir masanın üstüne koyup sofrayı hazır ederlerdi. İki muhasip nöbetçi kapıda beklerdi. Kilercibaşı da yemek müddetince nöbet odasında beklerdi. …Koyun külbastı veya kotlet pane, balıklardan mezgit veya gelincik balığı, bazen börek, tatlılardan kaymaklı kadayıf, sütlaç veya muhallebi, alafranga tatlılardan şarlot. Akşam yemekleri daima hafifti. Et suyu, bazı çorbalar ve yemişlerden ibaretti. Yemişler arasında çilek, kavun, karpuz ve şeftaliyi tercih ederdi. Yemekten sonra yine kilerciler gelip sofrayı toplarlardı.” (Osmanoğlu, A 1994)

“Osmanlılar zeytin ağaçları ile dolu topraklar üzerinde yaşamalarına karşın, yüzyıllar boyunca kuyrukyağı ve çoğunlukla Kefe’den gelen tereyağı (bu aslında sadeyağdır ve genellikle tereyağı ile karıştırılır) ile beslendiler. Zeytinyağının beslenme amaçlı kullanımı uzun süre Ege ve Akdeniz kıyı şeridindeki çoğunluğu Rum olan yerleşik nüfusa has kalmıştır.”  (Doğan, Faruk  2008) Söz Kefe’ye gelmişken kısaca bu limandan söz etmekte fayda var. Karadeniz’e hakim Kırım’da bir liman şehri olan Kefe, ‘erzak ambarı’ olarak 16. – 18. yüzyıllar arası Osmanlı sancağıydı ve İstanbul başta bütün Karadeniz’e tahıl, meyve, sebze ve her tür canlı hayvan ve süt ürünleri gönderiliyordu. Tatar, Nogay ve Çerkesler tarafından Kefe’ye ulaştırılan bu hayvansal ürünlerin içinde en önemlilerinden biri de üzerinde Osmanlı tekeli bulunan ve sadece İstanbul’a saraya sevki gereken ‘rugan-ı sade’ (sadeyağ) de vardı. Nasıl ki Messina Roma’nın ambarı ise Kefe de geçmişte Bizans’ın ambarı işlevi görmüştü. Daha sonra da Osmanlıların. (Köse Ensar, 2015), (Öztürk, Yücel 2000, 2013), (Chardin, Jean 2014)

Kaynak: Türk Mutfağı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2008

Osmanlı’da yemek kültürünü tanıyabilmek için bir oranda da olsa yardımcı olabilecek iki farklı yüzyıla ait yemek kitaplarını örnek alırsak; Ağdiye Risalesi, 1715 tarihli ve ilk yemek kitabı olarak kabul ediliyor. Zeytinyağı sadece bir hamur tatlısının yoğrulması sırasında, hamurun yapışmasını önlemek için ele sürmek suretiyle kullanılmış. Ali Eşref Dede’nin 1850’lerde kaleme aldığı Yemek Risalesi kitabında şöyle bir tarif var: “Badılcanlı pilav”a gelince, …sonra suyun süzüp kızartılmış yağlı soğanla badılcanları da bir miktar kızartup tencereye kadar-ı kafi su koyup piriçle beraber cümlesin tencereye ve bir iki kaşık zeyt yağı izafe (ilave) itidal ateşte tabh olur…”

Ayrıca “Aşçıbaşı” adlı kitabında Mahmut Nedim Bin Tosun’un 1889 yılına ait sekiz zeytinyağlı yemek tarifi var. Ayşe Fahriye hanımın 1882 tarihli “Ev Kadını” adlı kitabında da çok miktarda zeytinyağlı yemek tarifi bulunuyor.

Türkler, Anadolu’ya göç ettikten sonra oradaki yemek kültüründen etkilenmişlerdir. Örneğin, “Tavukgöğsü” ve “Kazandibi” gibi tatlılar Romalılardan kalmadır. Balık, zeytin, zeytinyağlı yemeklerin pek çoğu Bizanslılardan ve Rumlardan gelmiştir (www.kultur.gov.tr, Erişim 2008). Sadeyağlı yemeklerin de Ermeni ağırlıklı olduğu genel kabul gören bir yaklaşımdır. Böylece, Anadolu coğrafyasındaki Kürtler ve Araplar da dahil edildiğinde çok zengin bir mutfaktan söz edilebilir. Hiç kuşkusuz, bu zengin mutfakta Kafkas ve Balkan etkisini de göz ardı etmemek gerekir.

Türkiye’de; Marmara, Ege, Akdeniz şeridinin dışında zeytinyağlı sebze ağırlıklı yemekler bir damak, lezzet ve beslenme alışkanlığı oluşturmamışlardır. Bu durum yüzyıllardır önemli bir değişikliğe uğramamıştır. Osmanlı mutfağında zeytinyağının  devletin 600 yıllık tarihinin son 50 yılında kısmen de olsa yer aldığı söylenebilir. Yerli halkın da bölgelere göre değişen farklı mutfak kültürleri vardı. Mesela, İzmir ve İstanbul’da yaşayan Rumlarla Kayseri’de yaşayan Rumların mutfak kültürü tam örtüşmezdi. Kayserili Rumların, İzmirli ve İstanbullular için “Onlar yemek yemiyor, otluyorlar” diye alay ettikleri söylenir.

Mübadele ile Türkiye’den Yunanistan’a gönderilen Rumlar (sayıları 1 milyon 200 bin olarak biliniyor, Türkiye’ye gelen müslüman ve Türklerin sayısı ise 400 bin civarındadır), Yunanlıların fazla yemek çeşidi tanımadıklarından ve yemeklerin tatsız olduğundan yakınmışlardır. Anadolulu Rumların Yunan mutfağını zenginleştirdiklerini söylersek pek de yanlış olmaz. Anadolu mutfağındaki sebze, zeytinyağı ve zeytinyağlı yemekleri, mübadele ile Girit’ten, Midilli’den, adalardan ve ana kara Yunanistan’dan gelenler korumuş ve geliştirmiş. Özellikle adalı mübadiller, Zeytinyağı Kültürü’nün en önemli taşıyıcıları ve günümüze kadar geliştiricileri oldular. Bu insanlar, batı ülkelerinde Akdeniz Mutfağı olarak bilinen, bazı kaynaklarda hatta Girit Mutfağı olarak geçen mutfağın önemli parçasını oluşturdular. İstanbul’daki Nielsen Araştırma Hizmetleri adlı araştırma kuruluşunun yaptığı bir pazar araştırmasına göre, Türkiye’deki perakende noktalarının, yani bakkal ve süpermarketlerin  %97’sinde ayçiçeği yağı, %34’ünde mısırözü yağı, %29’unda ise zeytinyağı vardı. Ayrıca araştırmada, Marmara bölgesindeki her 100 bakkalın 41’inde, İç Anadolu ve Akdeniz bölgesinde 15’inde, Karadeniz ve Doğu Anadolu’da ise 3’ünde zeytinyağı bulunuyordu. (Aktaran: Artun Ünsal, 2000)  Tüketicinin mutfağında kendi ürününü veya kayıtdışı ürünleri kullandığını da hesaba katmak gerekir ama bu yine belirli bölgeler için geçerlidir. Bu araştırma 1996 yılında yapılmış yani yirmi yılı aşkın bir süre önce. O tarihten 2020 yılına kadar Türkiye, yıllık ortalama kişi başına zeytinyağı tüketimini 1,5 litreden 2 litreye çıkaramamıştır. Önümüzdeki yıllarda, bu ortalamayı artırabilecek bölgeler yine Marmara, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu ile sınırlı kalacak gibi gözüküyor.

“İyi bir salata yapmak için dört karaktere ihtiyacınız vardır:
 zeytinyağı için bir müsrife,
  sirke için bir cimriye, tuz için bir bilgeye, biber için bir aptala.”

François Coppée

Akdeniz Mutfağı

“Zeytinyağı, lezzet ile sağlığın seviyeli birlikteliğidir.”
Osman Müftüoğlu

“İnsan” dediğimiz yaratığın, daha bu adı taşıyacak gelişme düzeyine erişmeden önce, yani varoldu olalı, yaşamak için yapmak zorunda olduğu birkaç temel etkinlikten biri, yemek yemektir. Murat Belge yemek faaliyetini böyle tanımlıyor.

Ateş insanlık tarihinde dönüm noktasıdır. İnsanlar ondan ısınma, aydınlanma ve sonra da pişirme alanında bir milyon yıldır yararlanıyor. Ve ateş, yemeyi sadece karın doyurma faaliyetinin dışına taşıdı ancak bu binlerce yıl aldı…

İnsanların ne yedikleri, coğrafya ve iklimin yanı sıra kültür ve inançlarıyla da doğrudan ilgilidir. Mutfak, bir yörenin, ülkenin ve genel hatlarıyla kültürün en belirgin unsurudur. 

Antik Yunan’da, tanrıça Demeter’in tahılı, tanrı Dionisos’un şarabı ve tanrıça Athena’nın zeytini; Roma İmparatorluğu’nun, -Doğu Romayı’da katarsak- 1500 yıla ulaşan egemenliği dahil, Akdeniz insanının ve Akdeniz kültürleriyle tanışan her kıtadan insanın vazgeçilmez beslenme ve lezzet üçlüsü olmuştur.

Baharat binlerce yıldır kullanılıyor. Bahar, Hintçe ve Arapça kökenli bir sözcük ve koku anlamına geliyor, Türkçe’ye çoğulu, baharat olarak yerleşmiş. Aroma ise Yunanca’da koku demek. İlk kullananlar uzak doğulular sonra da bölge olarak Akdeniz’dir. Baharat, varlıklılar için büyük önem taşıyordu. O dönemde baharat bir statü göstergesiydi ve ilaç yapımında, eti saklamada, macun yapımında ve yemekleri tatlandırmada kullanılırdı. Bu yolda ayrıca koku ürünleri de taşınırdı.

İktidarların baharata ya da baharat yollarına sahip olma arzusu, 16. yüzyıla kadar pek çok savaşın temel nedenleri arasında yer aldı. Baharatın karşı konulmaz cazibesi yüzünden tarihte sadece “İpek Yolu” değil “Baharat Yolu” diye de bir ticari yol vardır ve bu daha çok deniz yoludur.

Prof. Dr. Mustafa Tayar, baharatı kısaca şöyle tanımlıyor: “Çeşitli bitkilerin tohum, çekirdek, meyve, çiçek, kabuk, kök, yaprak gibi kısımlarının bütün halde ve/veya parçalanması, kurutulması, öğütülmesi ile elde edilen; gıdalara renk, tat, koku ve lezzet verici olarak katılan doğal bileşikler veya bunların karışımıdır.” (Tayar, Mustafa 2012)

Tahılın ehlileştirilmesi ise Suriye’de 11 bin yıl önce oluyor. İlk arpa ve buğday ehlileştiriliyor. Ve Romalıların övündükleri üç şeyden biri ekmeğe ulaşılıyor. “Roma İmparatorluğu doğuya doğru genişlerken doğunun acılı, yakıcı, sarhoş edici ya da uyuşturucu maddelerini tanımış ve baharatın tadına varmıştı. Damak tadını keşfeden Romalılar bu tattan vazgeçemez olmuşlardı.”  (Tayar, Mustafa 2012)

Zeytinyağına gelince, Cato “Tarım Üzerine” adlı eserinde zeytin yetiştiriciliği ile ilgili bilgiler vermekle kalmamış antik dönemde tüketilen zeytin mezesi tarifini de aktarmıştır. Bu tarifte zeytin, zeytinyağı ve baharatın sade hoş bir birlikteliğini veriyor. “Yeşil, siyah ya da karışık zeytin mezesi nasıl yapılır. Yeşil, siyah ya da karışık zeytinlerin çekirdeklerini çıkarın, sonra da aşağıdaki gibi hazırlayın: zeytinleri doğrayıp, yağ, sirke, kişniş, kimyon, rezene, sedef otu, nane ekleyin kavanoza koyun: yağ hepsini kaplamalı. Kullanıma hazırdır ” (Dalby & Grainger, 2001 :30).(Aktaran: Kaplan, Arıhan Sarıöz ZAY 2018 )

Galenos’a göre ise zeytinin çeşitli şekillerde hazırlanma biçimleri vardır, ancak mideyi güçlendiren ve iştah açan özelliğine uygun olan çeşidi sirke içinde saklanan zeytindir. (Grant, 2000) (Aktaran: Kaplan, Sarıöz Arıhan)